İnsanlığın birikimini felsefe/düşünce tarihi başlığı altında inceleyen ilim dallarının budanması, İslam Ahlak felsefesi gibi derslerin ise tamamen kaldırılarak yapılacak bir din öğretimin neliği üzerine bir süredir ciddi müzakereler oluyor. Yönetimi ele geçiren ve güce sahip olduğunu sanan herkes bir şekilde ilahiyat fakülteleri müfredatı ile oynuyor. Kendi “iyi tasavvuru çerçevesinde tanzimatlar yapıyor, bunu her ihtilal dönemi yaşadık, ama niye bu son dönemde yaşanıyor, anlamakta zorlanıyoruz doğrusu.
                   1980 ihtilalinden sonra kız öğrenciler için kontenjan sınırlaması ve başörtüsü yasağı getirilmişti. Yüksek İslam Enstitüleri, yani şimdi yapılmak istenen projeye benzer kurumlar, ilahiyat fakültelerine çevrilmişti. 28 Şubat süreci yargılanır ve zihinlerde taze, nasıl operasyonlar yapıldığı malum.
                   İlginç olan nokta, kiminle istişare edildiği belli olmayan ama tepeden inme olduğu belli olan bu müfredatı savunan arkadaş/lar, 28 Şubat izlerini yok etmek istediklerini söylüyorlarmış. İslam ahlak felsefesini kaldırarak yapılacak bir din öğretimi savunmasını ise, bunun tasavvuf tarihi ile verileceğini söylüyorlarmış, bunları biliyorsunuz, artık durum ironi olmaktan çıktı, kötü bir şakaya dönüşmeye başladı. Bu durumu gösteren bir seri yazı ile fikirlerimizi beyan ettik zaten. Şimdi Diyanet aylık dergisinin Eylül sayısı için hazırladığımız Peygamberimiz hakkındaki bir yazı, felsefe okuyan/kutan bir öğretim elemanının gönlünden geçenleri paylaşmak isterim:
                   Varoluş Gayemiz:
                   İslamiyet açısından varoluş sebebimiz ve en yüce gayemiz “Hakikat”e ulaşmaktır. Hakikat’e Yaratıcımız ve Rabbimizin sıfatları üzerinde düşünmek, gücümüz yettiğince ona benzemeye çalışmakla ulaşabiliriz. Cibril hadisi bu benzemenin, yani “O’nun ahlâkı ile ahlâklanma”nın nasıl olacağını anlatır.
                   İman ile teorik temeller, İslam ile bunların hayata aksettirilmesi; ilim ve amel biraraya gelince de ihsan, yani her daim Hak ve Hayr’ın bilgisi ile donanmanın mertebesi örneklendirilir. Sanki Allah’ı görüyormuş veya “O’nun huzurundaymış gibi” davranmak, bedenen halk içinde,  kalben Hak/Hakikat ile beraber olmaktır. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar farklı zaman ve mekanlarda, farklı dillerde, bütün nebi ve resullere hep aynı Hakikat (Tevhid/Nübüvvet/Mead) bilgisi verilmiştir.
                   Bu Hak ve Hakikat’ in bilgisinin son mübelliği Hz. Muhammed’dir. Dolayısıyla Muhsin/e niteliğini kazanmak için büyük bir ahlâk sahibi (68/Kalem/4) Peygamberimizi rol/sosyal model olarak görmek gerekir. Dolayısıyla “Allah’ın Âhlakı ile Ahlaklanmak, “Ahlakı Kur’an” olan peygamberimizi anlamak, içselleştirmek ve rol model olarak görmekten geçer. Çünkü “Onun üzerinde Rabbinin sıfatları öylesine tecelli etmiştir ki, nasıl Kur’an’ın bir harfinden şüphe duyulmuyorsa, onun ahlakının mükemmelliğinden de o denli şüphe duyulmaz.”
·                                                                                                                                                                                                           Hakikat’in Evrensel İfadesi: Tevhid
                   Tevhid, Allah’ın varlığına, birliğine, O’ndan başka ilah olmadığına, eşi ve benzeri bulunmadığına inanmaktır. Biricik ve nihai ilahi "Hakikat"ın Allah olduğuna, peygamberimizin O’nun son elçisi olduğuna şehadet etmektir. Bu nedenle Tevhid bilincine sahip olmak; Hz. Adem'den Hz. Muhammed’e kadar, farklı zaman ve mekanlarda, farklı toplumlara, hayatlarını düzenlemeleri için farklı dillerde belirli kurallar gönderildiğini bilmek ve onaylamak demektir. 
                   Bu onayın gereği olarak tevhidin içeriğinde, bütün bir kültür/medeniyet/tarihin bir cümlede özetlenmesi vardır. Nitekim Allah, Hz. Muhammed'e vahyettiği hususların aynısını, Hz. Nuh, İbrahim, Musa ve İsa'ya da indirdiğini belirtmiş; "Din"i dosdoğru tutup, ayrılığa düşmememizi istemiştir. (42/Şura/13) “Özet”ten kasıt, temelde bütün peygamberlere aynı teorik/iman ilkelerin gönderildiğine inanmak ve tanıklık etmektir. Bu, “Hakikat”in “Bir” ve “Evrensel” olmasının somut göstergesi olup, ancak aynı özellikleri gösterenlerin birbirlerini iyi anlar. Fakat benzerliği vurgulamak, Hakikat’in bütün tezahürlerinin denk ve eşit olduğu anlamına gelmez. Çünkü Hz. Muhammed; peygamberimiz, Hakikat’in nihai temsilcisidir.
·                                                                                                                                                                                                           Hakikat’in Tezahürleri
                   Bütün ilahi Risaletler tek ve her şeyi kapsayan bir "Hakikat"i vurguluyorsa bu kadar farklı Hakikat tezahürlerinin olmasının gerekçesi nedir? Bu noktada “Doğru”, “Gerçek” ve "Hakikat" ilişkisini temellendirmek gerekir. Zira Hakikat’in birden fazla anlamı/anlatımı, bilme yönü ve uygulama tarzı vardır. Bu, “Hakikat”in, “Din”in, temelde “Bir” ve “Evrensel”; ama uygulamalarının, zaman ve mekân farklılıklarına göre nebi ve Resullerle pratiğe aktarılmasının çok olduğunun izahını yapar.
                   Bu bağlamda her peygamberin kendisinden önceki yöntemlerin (şerait) ana kısmını özümseyerek, kendi getirdiği yeni unsurlarla bunları kaynaştırıp, yeni bir dil ve yeni bir kimlikle ifade ettiğini hatırlamak gerekmektedir. Bu nedenle aynı özellikleri gösterenler birbirlerini iyi anlar, ama benzerlik, Hakikat’in bütün tezahürlerinin denk ve eşit olmasını getirmez, demiştik. Zira dünyada önceki peygamberlerin yol ve yöntemleriyle amel edenlerin olduğu bir gerçektir.
·                                                                                                                                                                                                           Doğru, Gerçek ve Hakikat İlişkisi
          Doğruluk; düşünce ve nesnesi arasındaki uyuma denir. Elde edilen bilgi ve verilen kararın, bilgisi edinilen; yani karar verilen nesneye tam bir uygunluğu olmalıdır. Bilen ile bilinen arasındaki bir özdeşleşmedir. Dini açıdan bunun mümkün olduğunu söyleyen (vahdet-i vücut) vardır, ama bu doğru tanımının felsefi/beşeri ilimlerdeki “Gerçek” kavramı ile ilintisini açıklamak gerekir.
          Bunu deneysel bilgi ve olgusal doğruluk ile rasyonel bilgi ve akılsal doğruluk arasındaki farkı netleştirmekle yapabiliriz. Akıl doğrusu zorunlu olan ve karşıtının imkânsız olduğu doğrudur. Dolayısıyla doğruluğu salt akılla ve deneyden bağımsız olarak belirlenir. Olgu doğruları zorunlu olmayan ve karşıtı mümkün olan önermelerdir. Bu nedenle Hakikat’in farklı tezahürleri (Musevilik, İsevilik) olması olgusaldır, bir gerçekliktir. Hıristiyanlık için söyleyecek olursak, herbiri kendisinin biricik doğru olduğunu iddia eden, Katolik, Ortodoks, Protestan mezhepler birer dini gerçekliktir, hepsi doğrudan bir parça barındırır, ama Hakikat ile özdeş değildir.
·    Medya ve İşlevi:
Bunlara inananların, zihinlerinde tasavvur ettikleri iman örgüsü ile dış dünyada olgusal/gerçeklik olarak sunulan öğreti ile Hakikat özdeşliği ne derecededir? Bunu anlamak için doğru, gerçeklik ve hakikat kavramlarını birbirine karıştırmamak lazımdır. Mesela, dış dünyada birçok haksızlıkların, zulümlerin olduğu bir gerçektir; üstelik yapanlar, bunların doğru olduğunu, kendilerini Hak ve Hakikat’in temsilcileri olarak kitle iletişim araçları (medya) sunarlar. Hakikat’i ve bilgisini tahrif edip, dönüştürüp, kendi doğru tasavvurları ile özdeş gibi sunarlar.
         
          Böylece barış ve esenlik anlamını içeren İslamiyet, 11 Eylül 2001 olayından sonra dünyada terör ve baskı şeklinde zihinlere işlenmiştir. İnsanlara dünyada refah ve huzur, ahirette ise felah/kurtuluş temin edecek ilkeler hakkında korku (İslamfobia) oluşturulmuştur.
·    Örnek İnsan: Hz. Muhammed
Bu korku sarmalını aşmanın yolu Hakikat’in nihai temsilcisi olan Peygamberimizi bir sosyal (rol) model olarak görmekten geçer. Çünkü daha 20 yaşında haksızlık ve mağduriyete uğrayanların haklarını korumak için kurulan ve bugün bir sivil toplum kuruluşu olarak Hilfu’l-fudul (erdemliler ittifakı) isimlendirebileceğimiz cemiyete üye olmuş bir peygamberin takipçisiyiz.
Kişinin özlük hakları ve yeteneğini kamusal açıdan iyi değerlendiren peygamberimiz, gençleri (40.bin kişilik bir orduya 18 yaşındaki Usame b. Zeyd örneğinde olduğu gibi) önemli görevlere atamıştır. Çocuk hakkı üzerinde titizlikle duran Peygamberimiz özellikle kız çocuklarının korunması, nazik yapılarından dolayı daha dikkatli davranılmasını istemiştir. Yetim ve öksüzlerin haklarına riayet edilmesini müminlerden talep etmiştir “Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adaleti gözetin” hadisi bunun delilidir.
Özürlüler toplumda önemli bir kesimi oluşturuyor¸ peygamberimiz bazı yetilerini kaybetmiş kardeşlerimizin diğer yeteneklerinden azami oranda faydalanılmasını ve hayata kazandırılmasını ister. Nitekim gözleri görmeyen İbn Mektum’daki yöneticilik yeteneğini çok iyi değerlendirmiş, Medine dışına çıktığı zaman onu yerine vekil olarak bırakmıştır.
Sonuç: Peygamberimizin hakkaniyeti, adalet anlayışının özetini Veda Hutbesinde (632) bulabiliriz. Hutbe, Batı’da ilk insan hakları metni olan Magna Carta’dan (1215) 583 yıl; Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannâmesi (1948) 1316 yıl öncedir. Dolayısıyla eğer Peygamberimizi bir “sosyal model” olarak görüp, hak, hukuk ve adaletine dair uygulamalarını içselleştirebilir ve “değer”lendirebilirsek, hayatımıza anlam kazandırırız. Yaşanılan yanılsamalar ve olumsuzluklar karşısında bir güven ve iç huzuru temin edebilir, geleceğe umutla bakabiliriz.