(FİKİRLERLE  HADİSELERİN COĞRAFYA İLE İRTİBATI  II)
Yeni Selefilik tehditine karşı Hanefi Maturidi gelenek niçin öncelenmelidir, bağlamında bir önceki yazıyı şu sorularla bitirmiştik: 
“Hanefilik ve Maturidilik gibi müstakil ve özgürleştirici bir söyleme sahip olan Selçuklu siyasal aklı, Şii/batini okumalara karşı Eşarici çizgiyi niçin önceledi? 
Ya da Türkiye Cumhuriyeti yeni ve laik bir devlet olarak kurulurken niçin sadece ilahiyat eğitimini ve diyanet kurumunu yeni bir isimle devam ettirdi?” 
Bunları merkeze alarak jeo-felsefe okumasına devam edelim:
Siyasal Kontrol: Cemevlerinin resmi statüsü bağlamındaki tartışmalara bakınca, “Devlet, tekke, zaviye, hangahları kapatırken, cemaat ve tarikatlar sürekliliğini niçin koruyor?” Sorusu zihinlerde kazınıyor.  Din ve riyaset arasında hassas çizgiyi koruyan gelenek, din ile devlet arasına net bir çizgi koyarken, din ile siyasetin birbirinden kopmayacağının bilincinde olmasının sonucu olabilir mi bu icraat?  Daha basit bir ifadeyle söylersek,  tarikat, cemaat liderlerinin kontrol altında tutunca, dindar/muhafazakar kitlenin önemli bir kısmını kontrol edeceğini bilmiyor mu? Sağ ve muhafazakar diye nitelendirilen Partiler, doğrudan cemaat/tarikat liderleriyle görüşmüyor mu ya da sol partiler, öncelikli olarak Alevi kesimi oy deposu olarak görmüyor mu? Son günde merkezden gelen bir telefon ile Anadolu’nun bütün köylerine istenilen mesaj iletilmiyor mu?
Bizim tezimiz; Selçuklu’dan bu yana yöneticiler, bu tür bir siyasal güdülenmeyi özgür irade ve sorumluluk ilişkisini net bir şekilde kuran Hanefi Maturidi çizgi ile değil de Eşarici itikatı yapı ile olacağını biliyor ve uyguluyor. Teoride Hanefi Maturidi, ama pratikte Selçuklu’dan bu yana gelen Eşarici çizgi korunmuştur. 
(Şimdi bu bağlamda, Eşaricilik ile Maturidilik aslında bir olduğu, ufak tefek farklılıklar bulunduğunu söyleyeceklere, lütfen düşünce tarihimizi bir de sosyo-politik açıdan okumayı denesinler, diyorum. Ebevi nizamın patrimonyal sistemin, Peygamberimizin ortadan kaldırdığı kabilecilik, ırkçılık, faiz/sömürü sistemi velhasıl temel insan haklarına dair hususların kısa sürede nasıl tahrif edilip eskiye dönüldüğünü, hangi teolojik sistemlerle meşruiyetini sağladığını okuyalım. Kaldı ki, Neo-selefiliğin Eşari ve Maturidi geleneğin oluşturduğu Sünni yapıyı yok edip, kendi temsilcisi olarak sunduğunu söylüyoruz.  Biz, özgürlükçü söylem olan Maturidiliğin niçin ötelendiğini sorguluyoruz sadece, bu bir beyin fırtınası olarak telakki edilmeli. Çünkü Hanefi alimlerin bazılarının İmam Eşari’nin eski öğretisi olan Mutezile mensup olduğunu, sistematik bir şekilde Maturidiliğin bu alimlerce de ötelendiği de malumdur. Aslında Eşariliğin Mutezili öğretiye karşı bir tepki olduğunu da hatırlatmak gerekiyor. Bu arada hak ve sahih din adına, Mutezili diye sunulan ve dışlanmış, ötelenmiş, ana bünyeden sapmış denilen öğretinin kendisini “Ehl-i Tevhid” nitelendirdiğini de unutmayalım. Aslında sapkın/heteredoks diye nitelendirilmeleri galip olan ve sahih/Ortodoks öğreti tarafından verilir. Galip sayılır bu yolda mağlup diyerek, onlar da bu nitelemeleri zaten kabul etmiyorlar.)
Uzun parantezi kapatıp tekrar sorumuza dönelim: Teoride Hanefi Maturidi, ama pratikte Selçuklu’dan bu yana gelen Eşarici çizgi korunması “siyaseten doğru” olarak görülebilir mi? Bunu aşırı yorum ya da batini okuma olarak değerlendirmek mümkün mü? Son tartışmalara bakınca, mümkün denilebilir; çünkü ömrünü Şii yapı ile mücadeleye adayan kendini Sünni olarak nitelendiren cemaatlerden birisinin de batini/haşhaşi olarak nitelendirildi. Onlar bu iddiayı kabul etmedikleri gibi, Şii söylemin ülkeyi etkisi altına aldığını söylemektedirler. Öyle görünüyor ki, itikadi/siyasi/kültürel yapının öyle yüzeysel analizlerle olmayacaktır.  
Tekrar tezimize dönecek olursak, “Haşhaşi” teriminin vulgarize yapısına bakmadan önce Fatimi/Karmati ve Fatimi/ismaili öğretilerin masum imam telakkisine bakıp, dailerini bu çerçevede yetiştirdiklerini ıskalamamak gerekiyor. Benzer bir tanımlamanın “Mehdi” adı altında Fethullah Gülen’e ilahi nitelikler yüklendiğinden hareketle yapıldığı söylenmektedir. Fakat benzer tanımlamaların Sayın Erdoğan hakkında da söylendiği bilinen bir husustur.   
Burada imam, mehdi ve/ya (Şii öğretide olduğu gibi) yanılmazlık buyrultusuna sahip bir lider üretilirse, teolojik temellerin yeniden yorumlanması gerekir, fakat aynı adanmışlığın Hanefi Maturidi öğretiyle olmayacağı kesindir. 
Tarihsel temellendirmeye bakacak olursak, Gazzali; batini/haşhaşi okumalarının temelindeki Şii imam öğretisi, yani hakikatin “talim” ile öğretileceği tezine karşı nazar yani düşünceyi koymuştu. İsmaili öğretideki gibi bir akl-ı selimin timsali olan veya bir masum imama ihtiyaç yoktur. İnsan akleden kalbe sahip olarak, teorik/ilme’l-yakin, pratik/ayne’l-yakin ve hakka’l-yakin aşamalarına ulaşabilir  diyordu. Yani her mümin ve mümine’nin katetmesi gereken hususlar ve aşamalar belliydi. 
Mucize, yani harikulade, sebep sonuç ilişkisini bozan olaylar Peygamberlere mahsustur. Bir daha da gelmeyeceğine göre, olağanüstü hal ve durumlar keramet adı altında bir takım üst insan/veli profili ile sağlandı. Oysa veli, yoldaş, dost, refik/a olup, iman, İslam ve ihsan mertebesini şahsında gerçekleştiren her mümin/e ve Muhsin/e denilir. Buradaki kelami temellendirme de “Meunet” kavramı ile sağlanır. Yani her rekatta okunan Fatiha suresindeki gibi, yalnız ondan yardım dileriz ve O ‘na yöneliriz, O da her daim yanı başımızdadır, şah damarımızdan daha yakındır. 
Müzakere: Şimdi bu noktada, politikada partilerin tek hakimi olan liderler, dSünni paradigmada cemaat ve tarikat liderleri, Şii öğretideki gibi masum, mehdi ve dokunulmazlık halesiyle nasıl aynı konuma getirildi, diye düşünmek gerekmez mi? 
Bir de tarihsel olarak Eşarilik ile Şafilik niçin özdeş kılınır? Mutezili söylem içinde uzun yıllar kalan ve sonra bir anti tez geliştiren İmam Eşari’nin Şafii hocası var mıdır gerçekten? 
Bunların o dönemdeki siyasal paradigmalar ve coğrafya ile birlikte jeo-felsefesinin yapılması gerekmez mi? Çünkü Maturidi söylem, Hanefi fıkh içinde gelişmiş, Arap dünyasının siyasal entrikalarından uzak bir bölgede, Buhara ve Semerkant’ta yeşermiştir. Arapların karşılaştığı sorunlarla alakaları da olmadığı için kendi sorunlarına temel ilkelerden hareketle çözümler üretmişlerdir. Diğer bir ifadeyle  Maturidilik, Cebriyye ile Mutezile ikileminde sıkışan Eşaricilik ve sorunlarından uzakta gelişmiş bir öğretidir, dolayısıyla Arap olmayan ırkların özellikle de Türklerin kendi tasavvurlarını oluşturmasıdır. 
Sonuç: Yeni Selefilik adı altında cahili sistemi yeniden ihdas eden ve İslam dünyasına istikrarsızlık getiren (kesik baş ile top oynayan silahlı insanların resimlerinin yayımlandığı günümüzde İslamfoibayı besleyen) zihniyetin tek çaresi, bu kültürel kodlar dışında temel ilkeleri yorumlayan Hanefi-Maturidi geleneği yeniden yorumlamak ve güncellemektir. 
Ebu Hanife’nin ilim ve felsefenin hercümerç olduğu Irak’da, eski ve yeni din anlayışlarının, kültürlerin mücadele ettiği ortamda Ehl-i Rey (akılcı) olarak görülmesi, Medine ekolünün ise ehl-i hadis (nakilci/selefi) olarak görülmesi, nascılığı benimsemesi bu bağlamda incelenmelidir.    (Devam edecek)