Birey olarak, mutlu, huzurlu bir ortamda yaşamak her insanın beklentisidir. Bunun için de öncelikle bireysel ve toplumsal olarak adaletli ve erdemli bir yaşam geçirmenin yolu üzerinde düşünmek, bu yolda uygulamaya geçmek gerekiyor. Bunu yapmanın yolu, “Bu topraklar bize ne diyor?” ve “Zamanında buralarda yaşayanlara ne dedi?” sorularının cevabını “jeo-felsefe” yaparak aramaktan geçer. Bunun için de Atayurt/Türkistan ve/ya İç/Orta Asya denilen yer ile  Anayurt/Türkiye ve/ya Ön/Küçük Asya’nın kültürel sürekliliğini sağlayan âlimlerimizi ve yöntemlerini, bunlarla  yazdıkları  ve artık klasik haline gelen eserlerini yeni okumalara tâbi tutmakla olabilir. 
Malum olduğu üzere kadim dünyanın kavşak noktasında bir “menteşe” gibi duran Anadolu, jeo-politik ve jeo-felsefi açıdan önemini daima korumuştur. Dicle ve Fırat nehirleri arasında gelişen Mezopotamya medeniyetleri olan Sümerler, Akadlar, Babiller, Asurlar, Elamlar ve Kassitler, Mısır ve Antik Grek felsefeleri ve medeniyetlerinden etkilenen bir Anadolu uygarlığı vardı. Antik dönem öncesinde Hititler, Frigler, Likyalılar, İyonlar, Urartular ve Pers medeniyetleri de bu bölgedeydi. Makedonyalı Büyük İskender Asya kültürü ile İyonya kültürünü bir araya getirerek Helenist bir medeniyet tasavvuru oluşturdu. Romalılar bu kültüre Afrika verilerini de katarak kadim dünyanın en büyük gücü oldular.  

Bu bağlamda XI. yüzyıldan itibaren, kendilerine Türkmen de denilen Oğuzların Türkiye Türkleri ile İran, Azerbaycan, Irak ve Türkmenistan Türklerinin ataları olduğunu, Selçuklu ve Osmanlı hanedanlarının da onlardan çıktığını hatırlarsak Oğuzların dünya tarihinde önemli etkinlik göstermiş bir Türk kavmi olduğu anlaşılmış olur. Nitekim Mete Han zamanında Türk Devleti, dünyanın en güçlü devletlerinden birisi olup sınırları Doğu’da büyük Okyanus’tan Batıda Hazar Denizi’ne, Kuzeyde Sibirya’ya, Güneyde Tibet’e kadar uzanıyordu. Batı Hun imparatoru Atilla Avrupa içlerine kadar uzanmış, böylece Türkçe ve kültürü buralara da ulaşmıştı. Bulgar, Avar, Peçenek ve Kıpçak Türkleri de Doğu Avrupa ve Balkanlara M S 4. asırdan itibaren  geçtiklerini hatırlayınca Avrupa tarihinde Türk Kültürünün yeri daha iyi anlaşılır.   
Bu çerçevede dünya iki büyük Türk imparatorluğu görmüştür. Bunlardan ilki 1100-1243 yılları arasında Orta Asya’dan Bizans sınırlarına, Akdeniz’e kadar uzanan Selçuklu; ikincisi 1300’lerde ortaya çıkarak Anadolu ve Balkanlarla beraber tüm Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı 500 yıl idaresi altında tutan Osmanlı devletidir. Fethettikleri yerleri yurtlandırmak için bilim ve felsefî düşünce her iki yönetim tarafından desteklenmiştir. Doğu Roma imparatorluğunu 1453 yılında yıkan Türkler/Oğuzlar buraya Atayurt/Türkistan dedikleri yerden getirdikleri bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuruyla bölgeyi siyaseten ve kültürel açıdan yeniden şekillendirdiler. Kanunî sıfatını almasına sebep olan hukukî, idarî, malî ve askerî mevzuatta düzenlemeler (codification) yapması nedeniyle Sultan Süleyman dönemi (1530-1566) Batı’daki meşrutî demokratik anayasaların öncüsü olarak da düşünülebilir.  
Türkler-Oğuzlar, tarihte sürekli bir devlet geleneğine sahip, kadim milletlerden biridir. Türkistan dediğimiz İç Asya’dan Batı’ya üç ana kol üzerinden göç etmişler, yerleştikleri toprakları yurt edinip birçok devlet kurmuşlar. Hazar denizinin kuzeyinden ve Karadeniz üzerinden Balkanlara geçen Türk boyları Slav ve Sloven halklar ve onların kültürleriyle; güneyinden günümüz Afganistan-Pakistan hattı üzerinden Ortadoğu’ya ve ana ipek yolu üzerinden Anadolu’ya geçenler ise Pers, Arap ve Bizans kültürleriyle karşılaştılar. Ön/Küçük Asya’da buldukları kültürleri İç/Orta Asya’dan getirdikleriyle harmanlayıp yeni bir kültür ve medeniyet tasavvuru oluşturdular. Yeni bir kültür ve medeniyet tasavvuru oluştururken milli kimlik/benlik koruyacak mekanizma da geliştirdiler.

1.Türk, Türkmen ve Oğuz Terimleri
Türk kelimesi anlam itibariyle Göktürk, Uygur ve Karahanlı metinlerinde “güç, kuvvet, kudret, olgunluk; güçlü, kuvvetli, kudretli, yetişmiş, kemâle ermiş, olgunlaşmış" mânâlarında kullanılmıştır. Göktürk kitabelerinde geçen Türük Bilge Kaganı ibaresi “güçlü, bilgili kağan”; yine Tonyukuk kitabesindeki Türk Bögü Kağan ibaresi “güçlü akıllı kağan” anlamındadır. Ayrıca başlangıçta Türük/Türk şeklinde kullanılan kelime daha sonraları doğrudan Türk şeklinde geçmektedir. Demek ki Türk kelimesi bir dönem iki heceli, daha sonra tek heceli olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Kaşgarlı Mahmud, Türk kelimesini sıfat olarak “olgun, olmuş, yetişmiş (bunu üzüm için kullanmış), güç, kudretli” şeklinde tespit etmiştir. Ona göre lehçelerin en sade olanı Oğuzlara ait olandır. En bozulmamış (fasih) lehçe Hâkâni liderlerinin ve halkının kullandığıdır. Örneğin “Ol meni oguzlâdı.” yani O, beni Oğuz olarak düşündü ve onlarla ilişkilendirdi, demektir.    
Türk ve Türkmen terimlerinin sahih kullanımı için bu noktada Oğuz kavramı açıklanması gerekir ki, bu konuda hakkında muhtelif görüşler vardır. Kaşgarlı Mahmud, Oğuzlardan bahsederken, onları “Üç-Oğuz (Karluk) ve Tokuz-Oğuz (Uygur)lardan ayırmakta ve “Oğuz: Bir Türk boyu dur.”  diye tanımlar 
Kaşgarlı, Oğuz Türklerinden bir boy da Türkmenlerdir, der. Yirmi iki boy/batın olup, her birini tek tek sayar, bir de bunların kolları (fırka/fırak/oymak) vardır. İlki Kınık boyu olup dönemin sultanlarının buradan olduğunu belirtir. Diğerleri sırasıyla Kayı/g, Bayındır, Yıva, Salgu/Salur, Beğdili, Afşar, Büğdüz, Bayat, Yazgır/Yazır, Eymir, Kara Bölük, Alka bölük, İgdir, Üreğir/Yüreğir, To.tur.ga/Dodurga, U.la.yuntlu/Alayuntlu, Töger, Beçenek,  Çuvaldar, Çepni, Çaruklu’dur. Ana boyların her birini diğerlerinden ayıran bir simgesi (tamga) vardır. Göçebe ve hayvancılıkla uğraştıkları için otlakta hayvanların birbirine karışmaması için bu tamgalar kullanılırmış.   
 

Bu noktada Oğuz terimi hakkında görüşleri ana hatlarıyla verelim: 
1.Oğuz kelimesi ok+uz kelimelerinden gelmektedir; burada ok, bildiğimiz ok, uz ise adam anlamındadır ve okçu insan demektir (J.Marquart’ın görüşü; fakat, bu görüş bilim dünyasında kabul görmemiştir, çünkü Türçede adam anlamına gelen “u z ” kelimesi yoktur.
2.Oğuz kelimesi o k u z ile bağlantılıdır; kelime Toharcadaki okus veya “okes” kelimesinden Türkçeye geçmiş ve hep böyle kullanılmıştır. (D. Sinor’un goruşu);
3.Oğuz kelimesi tosun anlamındadır (L. Bazin’in görüşü; fakat Türkçede iki yaşında boğa anlamında kullanılan okuz kelimesi yoktur.)
4.Oğuz kelimesi oğuş’tan gelmektedir (J. Hamilton’un görüşüdür, Gök-Türk kitabelerinde bazen Oğuz kelimesiyle aynı cümlede gecen oğuş akraba ve aile anlamındadır). 
5.Oğuz kelimesinin a-na oğesini “og”- boy, kabile teşkil eder; dolayısıyla eski Türklerdeki “o”- ana kelimesiyle ve ayrıca “o u k ” torun, oğul” ve “o u ş ”- “akraba” ile doğrudan bağlantılıdır. (A.N. Kononov’un görüşüdür.)
6.Oğuz kelimesi ok+z’den oluşmaktadır. Burada ok=oymak anlamındadır ve “z ”de çoğul ekidir. Buna göre “oymaklar” demektir. G. Nemeth’in görüşü: Fakat k’ nin ünlü ile başlayan bir ekle birleştiğinde g’ye dönmediği ifade edilerek Nemeth’in görüşüne de itirazda bulunulmuştur. Diğer görüşler arasında Nemeth’in görüşünü gerçeğe bulduğunu belirten Sümer, ok+uz’ daki “k” nin zaman içinde “g” ye dönüştüğünü ileri sürmektedir. Bununla birlikte hemen hiçbiri ana boylarla özdeşleştirilmesi mümkün olmayan ve birbirine yakın olarak yaşayan küçük kabileler kendi aralarında birleşerek ittifaklar meydana getirdiler ki, bu tür topluluk için “oğuz” kelimesi kullanılmaktaydı. Tokuz-Oğuz (Uygurlar), Üç Oğuz (Karluklar) kelimeleri de böylece ortaya çıkmıştır. Böylece başlangıçta sadece “obalar/kabileler” veya “obalar/kabileler birliği” anlamını ifade eden “oğuz” kelimesi, bilahare olayların gelişmesiyle birlikte determinatif bir anlam kazanarak etnik topluluk ismi haline gelmiştir. Tokuz-Oğuz - “Dokuz, (muhtelif) kabile”, Üç-Oğuz” - “üç (muhtelif) kabile” gibi. Zamanla “oğuz” kelimesi (budun anlamındaki) asıl mânâsını kaybederek (Ebu’l Gazi’ye atfen)Türkmenlerin efsanevi atası, Müslüman peygamberler arasında gösterdikleri Oğuz Kağan’ın ismi haline gelmiştir.  
Bu bağlamda Oğuzların başbuğunun (Yabgu), Sir Derya ırmağının aşağı kıyılarında bulunan Yenikent’te oturduğu, Oğuz Yabğu devletinin yıkılmasıyla birlikte Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara doğru gittikleri tespiti Azerbaycan, İran, Irak, Türkmenistan ve Türkiye Türkleri açısından önemlidir. Göçlerle birlikte dikkat edeceğimiz ikinci bir tespit de, Türkmen ile Oğuz’un özdeş olarak kullanıldığıdır. Bu nedenle Türkmen kavramı hakkında biraz daha ayrıntılı bilgi vermek uygun olur. 

Türk/men, kendi yurtlarından çıkıp, İran, Suriye taraflarına gelen Oğuz boylarına genelde Müslüman halklar tarafından verilen nitelemedir, dolayısıyla eskiden yoktu. “XI. yüzyıldan itibaren, kendilerine Türkmen de denilen Oğuzların, Türkiye Türkleri ile İran, Azerbaycan, Irak ve Türkmenistan Türklerinin ataları olduğunu, Selçuklu ve Osmanlı hanedanlarının da onlardan çıktığını hatırlarsak Oğuzların dünya tarihinde önemli etkinlik göstermiş bir Türk kavmi olduğu anlaşılmış olur.  
Bu bağlamda Oğuzlar, temelde, Karluk, Kalaç, Kıpçak, Kanglı ve Uygurlardan ayrıdır, kendi ülkelerinden Maveraünnehir (iki nehir yani Seyhun ve Ceyhun arası) ve İran’a gelince buralarda nesilleri çoğaldı. İklim, hava ve su gibi sâiklerin etkisiyle tedricen Acemlere Taciklere benzemeye başladılar. Bu tam anlamıyla olmadığı için de özellikle İranlılar, Oğuzlara; ilk yerleşim mekânı ve ırkına göre (Türk manend-Türk’e benzeyen) demeye başlamışlardır. Fakat neticede bu bir halk etimolojisinden öteye gitmez. Çünkü ilk Oğuz yurdu ile geldikleri yer arasında önemli bir iklim farkı yoktur, çünkü Kaşgarlı Mahmut’tan hareketle, Türkmen teriminin İskender istilasında kullanıldığını söyleyerek, iki asır öncesine kadar gider. Ayrıca bu terim, Müslüman olan Türk(men)ler ile Müslüman olmayan Türkler arasındaki savaşları izah etmede de kullanılmıştır. Ama her durumda gerçek olan şudur ki, 10. yüzyılın ilk yarısında Müslüman olmaya başlayan Oğuzlara, yaklaşık iki asır sonra her yerde Türkmen denilmeye başlamasıdır. Oğuz sözü ise şifahi kültürlere atalarının adı olarak Türkmenler arasında yaşamaya devam etmiştir. Hıristiyanlar ise zaten Anadolu’ya 13. yüzyıldan itibaren Türkiye ve Türkistan, insanlarına da Türkler diyordu.  
Başlangıçta Oğuz, sonra Türkmen adını alan bu halk, Selçuklu Devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur. Çünkü bu halkın Horasan’da giderek güçlenmesi, iki Türk devletinin (Gazneli ve Karahanlı) sonunu hazırladığı gibi, yaklaşık bin yıl boyunca yalnızca bölgenin değil, dünya tarihinin de seyrini değiştirmiş; ortaçağı kapayıp yeniçağı açmıştır. Hun, Göktürk, Uygur Hakanlığı, Karahanlılar, Gaznelilerden itibaren Büyük Selçuklu Sultanlığı, Harzemşahlar Devleti, Atabeylikler, Anadolu Selçukluları, 648 yıl devam eden Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı üzerinde kurduğu Türkiye Cumhuriyeti ile Türk tarihinin 1200 yıllık uzunca bir dilimine damgasını vuran bu Oğuz-Türkmenlerdir.  

2.Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak

“Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” dediğimiz projede Türkistan’dan getirilen felsefî birikim ile Anadolu’da bulduğumuz kadim felsefî tasavvurlarının yeniden okunmasıyla mümkün olabileceğini düşünmekteyiz.   Bu çerçevede insanlığın birikimini yani felsefe tarihini kronolojik/ahbari incelerken, aynı zamanda inşai/sistematik/problematik değerlendirmeler yapıyoruz. Hareket noktamız, felsefe tarihinde “ilk muallim” diye bilinen Aristoteles’ten sonra gelen ve “ikinci muallim” diye isimlendirilen Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzluğ el-Fârâbî et-Türkî’nin (ö. 339/950)  “Felsefeye Giriş”  olarak yazdığı İlimlerin Sayımı adlı eseridir. Filozof bu eserinde Tanrı, evren ve insan ilişkisini bir sistem şeklinde açıklar. Tutarlı ve kapsayıcı kavramsal bir arka plan ve metodolojik yaklaşımlar sunar.  Böylece Fârâbî ile başlayan tarihsel okumalarımızı İbn Haldun’dan hareketle kronolojik/ahbari yaparken; bunun felsefesini (inşai) ve sistematiğini oluşturmaya çalışıyoruz. Asabiyetimizin yani toplumsal aidiyetimizin sebep/ırk ve nesep/din bağının ilk yorumlarını Türkistan Müslümanlığı merkezli kuruyoruz.   

Bu bağlamda Türkistan’ı “Ötüken Ergenekonu”, Türkiye’yi ise “Anadolu Ergenekonu”    olarak görüyoruz ve aralarındaki irtibatın yeniden kurulmasıyla yaşanan olumsuzlukların giderilebileceğini, sorunların çözümleri için öneriler üretilebileceğini düşünüyoruz. Çünkü Orhun Abideleri’nden Kül Tigin yazıtında “O yere doğru gidersen Türk Milleti öleceksin. Ötüken Ormanı’nda kalırsan ebediyen il tutarak oturacaksın” belirtildiği üzere Ötüken Ergenekonu’nda kalınmış.  Daha avantajlı bir konuma gelene kadar hareketlerini sınırlamışlar, burayı yurt edinmişler, böylece herhangi bir asimilasyona uğramamışlar. Dolasıyla özne olma vasfını yitirmeden kuvvetlenmeye çalışmışlardır. M. Akif Okur’a göre, Anadolu Ergenekon’u ise öznenin neredeyse varlığından vazgeçmesi sonucunu doğuracak bir ruh halinin ürünüdür.   Tıpkı Ötüken Ergenekonu’nda olduğu gibi Anadolu Ergenekonu’nda Arap ve Fars akıllarının ortaya koyduğu söylemin Türklük bilincini asimilasyona uğratmasına izin vermeyecek tutumlar geliştirilmelidir. Bu da “Türk” aklının Türkistan yani Atayurt’ta ortaya koymaya başladığı felsefî birikime İpek Yolu göç hattında karşılaştığı ve kültürünü zenginleştirdiği medeniyetlerle, Ön Asya ve Avrupa/Balkanlar’da da bulduğumuz kadim medeniyetlerin birikimlerini Anadolu’da yeniden yurtlandırmakla mümkün olacaktır. 
 Bu aynı zamanda evrensel felsefede, öneminden ötürü Türk felsefesine vazgeçilmez bir yer sağlama gayretidir. Çünkü böylece felsefenin medeniyet ve kültür ile ilişkisini inceleyip Türk tarihi ve coğrafyasında devamlılık halindeki Türk düşüncesi ve Türk kültürünü, dünyaya evrensel mesajlar verebilecek bir güçte, felsefenin diliyle anlatmanın imkânı doğabilir.  

3.Büyük Oğuz Bütünleşmesi

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinin oluşmasında son derece önemli olan Ziya Gökalp bu hususu “Oğuz İttifakı” diye ayrıntılı bir şekilde açıklamıştır. Onun fikirlerine geçmeden önce bu kavramsallaştırmayı güncelleyen Özkul Çobanoğlu’nun tespitlerini ana hatlarıyla verelim: 
“Büyük Oğuz Bütünleşmesi, Orta Asya Türklüğünün yabancı kültürler içinde eriyerek asimile olmalarının önüne geçen ve onların eşsiz ulusal kültürel birikimlerini koruyarak geliştirmelerini sağlayan en önemli kazanım ve donanımın adıdır.”  
Tarih boyunca Çin, Hint, Arap ve Fars gibi dört güçlü kültür geleneğiyle etkileşime giren, bunların yaydığı farklı dini tasavvurla karşılaşan ve bunlardan doğal olarak etkilenen Orta/İç Asya Türkleri, İpek Yolu üzerinden göçlerle toplumsallaşma süreçlerini güçlendirmişlerdir. Bu süreçte geçmiş nesillerin kültürel kazanım ve donanımlarını nitelikli bir şekilde seçerek yeni siyasi, fikri, iktisadi oluşmalara uyum sağlayacak şekilde bunları düzenlemiş, yeni bir dünya görüşü ve sistemi oluşturmuştur. 

Bu çerçevede “ Büyük Oğuz Bütünleşmesi” Türkistan’da eski Türk-dünya görüşünden kopuşlara yol açan Maniheizm, Budizm ve küçük ölçekli de olsa Musevilik, Hıristiyanlar ve Zerdüştlük gibi  değiştirmelerinin hercümerç ederek bölüp parçalamak suretiyle oluşturduğu yeni sosyo-kültürel ve dinsel kimliklere sahip Türk Dünyası ve kültür ekolojisinin Hun ve özellikle de Göktürk dönemi kültürel kökleri üzerinde yeni bir terkibe kavuşması ve millet hayatını büyük ölçüde bir araya getiren yenilenmenin, yenilen kültürel terkibin adıdır.  Bu anlamda “Büyük Oğuz Bütünleşmesi” ön veya Küçük Asya da denilen Anadolu’da bulduğu sosyo-kültürel yapıyla gerçekleştirilebilir hale getirilebilir. 

1.Ziya Gökalp’e Göre Oğuz İttihatı

Ziya Gökalp’in Türk Milliyetçiliği düşüncesi Turan’dan Türkiye Türkçülüğüne geçerken Oğuzculukta (1916) duraklar. Çünkü Rusya’da 1917 ihtilali olur ve SSCB kurulur. Bu nedenle mefkûresinin ilk adımını reel politikaya uygun olarak Türkiyecilik, ikinci aşamayı Oğuzculuk ve/ya Türkmencilik dediği Oğuz İttihatı, nihai hedef ise Turan olarak tanımlar. 
Bütün Türklerin birleşmesinin daha mümkün olacağını düşündüğü “Oğuz İttihadı”na dair görüşlerini Türkçülüğün Esasları adlı eserinde şöyle açıklar:  “Bugün harsça, birleşmesi kolay olan Türkler, bilhassa Oğuz Türkleri yani Türkmenlerdir. Türkiye Türkleri gibi, Azerbaycan, İran ve Harzem ülkelerinin Türkmenleri de Oğuz uyruğuna mensupturlar. Binaenaleyh, Türkçülükteki yakın mefkuremiz Oğuz ittihadı, yahut Türkmen ittihadı olmalıdır.  Bu ittihattan maksat nedir? Siyasî bir ittihat mı?  Şimdilik hayır! İstikbal hakkında bugünden bir hüküm veremeyiz. Fakat bugünkü mefkuremiz, Oğuzların yalnız harsça birleşmesidir.”  
 Gökalp bunu sağlamanın mümkün olduğunu düşünür. Oğuz Han’ın torunları olan Türkler birkaç asır evveline gelinceye kadar birbirleriyle iç içe ve dayanışma içinde yaşayan bir aile gibiydiler. Kültürel süreklilik de destan ve şiirlerle sağlanıyordu, meselâ Fuzulî bütün Oğuz boyları içinde okunan bir Oğuz şairidir. Korkut Ata kitabı Oğuzların resmî Oğuznamesi olduğu gibi, Şah İsmail, Âşık Kerem, Köroğlu kitapları gibi halk eserleri de bütün Oğuzistan'a yayılmıştır.    
Gökalp, bütün Oğuzlar yakın bir zamanda bu isimde birleşeceğine inanarak, Türkçülük mefkûresinin büyüklüğü noktasından üç kısma ayırır. Bunlardan ilki Türkiyecilik, ikincisi Oğuzculuk yahut Türkmencilik, sonuncusu ise Turancılıktır. Ama o günün şartlarında işlevsel olanın (şeniyet)  yalnız Türkiyecilik olduğunu belirtir.    Reel politik olarak bunu önceler ama “ruhların büyük bir iştiyakla aradığı Kızıl Elma”nın şeniyet sahasında değil, hayal/ideal olduğunu özellikle belirtir.  Türkler, Kızıl Elmayı tahayyül ederken, gözünün önüne eski Türk ilhanlıklarını getirmelidir. İşin doğrusu bu, çünkü Turan mefkûresi mazide bir hayal değil, bir gerçekti.  

Gökalp, bu anlamda Türk milletini yükseltmek diye tanımladığı Türkçülüğün yakın hedefi olarak bu büyük kıtada yalnız bir tek harsın hâkim olmasını düşünür. Çünkü Türk bir milletin adı olup, millet ise kendisine mahsus bir harsa malik olan bir zümredir.  Türkçülüğün uzak mefkûresi ise Turan'dır. Turan kelimesi, Turlar yâni Türkler demek olduğu için, münhasıran Türkleri ihtiva eden kapsayıcı (camiavî) bir isimde İran'da ve Azerbaycan'da mevcutturlar. Akkoyunlularla Karakoyunlular da bu üç ülkede yayılmışlardır. O halde, Turan kelimesini bütün Türk şubelerini ihtiva eden büyük Türkistan'a hasretmemiz lâzım gelir, der. 
Göklap burada bir paradoksa işaret eder: Turaniler, yalnız Türkçe konuşan milletlerken, Türk kelimesi bugün yalnız Türkiye Türklerine verilen bir unvan hükmüne geçtiğini söylemesi bu noktada önemlidir. Nitekim Kırgızistan’da iki yıl öğretim üyeliği yaptım, orada Türk denildi mi Türkiye Türkü anlaşılıyor. Göklap’e göre, bu şimdilik normal çünkü Türkiye'deki Türk harsına dâhil olanlar, tabiî bu ismi alacaklardır.  Bu aşağıda belirteceğimiz üzere reel politik gereği Anadolu’da kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kültür politikası ve yeni dünya düzenine uyum modelidir. Bu husus önemli;  Bozok Mebusu Hamdullah Suphi Bey’in 1924 yılında Anayasa’nın 88. Maddesi müzakeresi sırasında “Türk ahalisinden olup Türkiye harsını kabul edenler Türk ıtlak olunur” sözü ve Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk denir” sözü muhtemelen buradan ilhamla söylenmiştir.   Ama Gökalp, “Oğuz İttifakı” ile Turan ve Kızılelma kavramlarının idealize ederek, Hazar Denizine kadar olan bölgede yaşayan Türklerin en azından kültürel ve ekonomik birlikteliğinin temellerini atması önemlidir. 
Görüldüğü üzere Türkiye Cumhuriyeti’nde de kurucu özne Oğuz/Türk’tür, ama millet tanımına bakınca, bir soy esasına dayanmakla beraber, yeni devleti kuran Osmanlı toplumunda yaşayan bütün birimlerin Türkiye halkı diye nitelendirerek bir üst ve şemsiye kavram olarak Türk tanımı yapılmıştır. Burada dikkat edilirse soy birliğinden ziyade Türk milletinin, Selçuklu Kınık, Osmanlı Kayı boyu üzerinden Oğuzların kültürlerini, yaşama tarzlarını benimsemiş, kaderlerine katılmış olanlardan meydana geldiği görülür. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde yetiştirdiği önemli arkeolog ve felsefecilerden Nurettin Topçu’nun ifadesiyle bir “Millet Mistiği”  olan Remzi Oğuz Arık’ın ifadesiyle “Millet, soy esasına dayanan, kültür birliğini benimsemiş insan kitlesidir.” Türk Milleti, Türk soyundan gelenlerle birlikte bu soyun yarattığı kültürü ve bu kültür hayatını benimsemiş, bu kadere katılmayı özümsemiş olanlardan meydana gelir.  Nitekim bu çerçevede Turan öğretisi yerine dönemin reel politikasına uygun düşen Anadolu merkezli bir Türk kimliğinin inşasının Anadoluculuk, Memleketçilik ve Türkiyecilik de denilen daha dar ama misak-ı milli sınırları içinde reel politik açısından daha verimli olan fikir tartışmaları Türk Ocağı ve Türk Yurdu dergisinde kamuoyuna açılmıştı.   
Sonuç:
İnsanlığın birikimini Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak bağlamında kronolojik olarak okurken;  sistematik soru ve sorunlar bağlamında coğrafyamızda (Türkistan-Türkiye) üretilen fikirleri merkeze alarak Bir “Türk Felsefesi”nin imkânını müzakere ediyoruz.  Çünkü eğer günümüzün sorunlarına dair çözüm önerilerini çoğaltmak ve alternatif önerilerle zenginleştirmek istiyorsak, Atayurt’tan getirdiğimiz düşünce birikimiyle, Anadolu’da bulduğumuz kültürel yapıya dikkat ederek, düşünce-yurtluk ilişkisini yeniden kurmamız gerekmektedir. Bu birikimi Türkçe okumak, yorumlamak ve yeniden üretmek aynı zamanda “Büyük Oğuz Bütünleşmesi”ni güncellemek ve bunu “Türk Felsefesi” bağlamında açıklamak demektir.