İstanbul’da Çok “M” lerle dolu market domates, biber, salatalık, patlıcan, patates ve soğan’da, tanzim uygulamasına gitmiş. Bakmış ki müşteriler meydanlarda kurulan tanzim çadırlarında, yağmur, kar, dondurucu soğuk demeden ucuz sebze almak için sıraya giriyor, ne yapsın çaresiz; müşterilerini geri kazanmak için bu yola başvurmuş.

Sebze reyonlarını geziyorum; tanzim dışındaki ürünlerde fiyatlar adeta tavan yapmış. İndirimli ürünlerden patlıcan ve salatalıktan 1’ er kilo diğerlerinden 3’er kilo alınabiliyor. Söz konusu ürünlerin üzerinde detaylı açıklamalar bulunan birer etiket asmışlar. Domates ilgimi çekiyor. Satın alma fiyatı 5,25 TL… Üzerine nakliye ve mağaza giderleri de eklenince fiyat 6 TL’ yi geçmiş. Bu durumda firma 3 TL civarında bir zararla satış yapıyor. Büyük market olduğu için buradaki zararlarını nasılsa diğer ürünlerden telafi eder düşüncesiyle kendi ihtiyaçlarımın bulunduğu reyonlara yöneliyorum.

Alışverişimi tamamladıktan sonra ödeme yapmak üzere kasaya geçtim. Önümde birkaç kişi daha var. Beklerken kasiyerin bir kadın müşteri ile hafif bir şekilde tartışması dikkatimi çekiyor:

Kadın: Bu ürünlerin fiyatı indirimli, dikkat ediyorsunuz değil mi?

Kasa da ki kız: Evet, yalnız domatesi fazla almışsınız.

Kadın: Görevliye sordum, üç kilo alabileceğimi söyledi.

Kız: Bir kiloya kadar alabiliyorsunuz.

Kadın: Görevliyi çağırıp sorun!

Kız: Neyse sorun değil.

Kadın bana dönüyor ve: “Bizi düşürdükleri duruma bakın! Kendi memleketimizde dilenci olduk...” diyor.

Ben yaşım gereği çok kuyruklara şahit oldum. Hatta kendim yağ ve tüp kuyruğunda beklemişimdir. O yılları araştırdığımız zaman bu kuyrukların makul bir nedeni olduğunu anlayabiliyoruz. Örnek: Dünyadaki petrol krizinin Türkiye’ye yansımaları, ABD’ nin Kıbrıs konusunda Türkiye’ye uyguladığı ekonomik yaptırımlar sonucunda yaşanan krizler gibi… Bir de benim yetişemediğim “ekmeğin karneyle verilmesi” olayı var. Hani son günlerde birilerinin “bu ülkede ekmek karneyle veriliyordu, karneyle!” tarzındaki suçlamaları ile yeniden gündeme gelen olay… O yıllarda İkinci Dünya Savaşı’nın sürdüğünü, İsmet İnönü’nün olası bir kıtlık ya da Türkiye’nin savaşa girme ihtimaline karşılık Konya ovasına gömdürdüğü buğdayları düşünecek olursak, bu suçlamaların geçerli hiçbir dayanağı yok… Üstelik o yıllarda Türkiye’nin bir buğday ambarı ve kendi kendisini besleyebilen yedi ülkeden birisi olduğunu da unutmamak gerek.

Evet, dedim ya ben yaşım gereği çok kuyruklara şahit oldum ama patates ve soğan kuyruğuna girildiğine hiç şahit olmadım… Böyle bir olayı rüyamda görsem hayra yormazdım.

Hadi son yılların indirimli giyim-kuşam çadırları gibi sebze çadırları da oluşturuldu diyelim. Ucuz sebze almak için vatandaşın kuyruğa girmesini de bir yerde normal karşılayalım ki sonuçta bu ülkenin dokuz milyondan fazla çalışanı asgari ücretle geçinmek zorunda- peki, bu kısıtlama ne oluyor? Bu kuyruklar “yokluk” kuyruğu ve vatandaş zaten zar-zor geçinirken evine çuvalla erzak götürecek hali mi var? Siz bakmayın birilerinin “bu kuyruklar varlık kuyruğu” demesini. Bu kuyruklar bal gibi de “darlık ve yokluk” kuyruğu…

Biz de vatandaş olarak soralım; Bu tanzim kuyrukları 17 yıllık AKP iktidarının, tarım ülkesi Türkiye’yi getirdiği durumun çarpıcı bir özeti değil midir?

Marketteki kadın, “Bizi düşürdükleri duruma bakın! Kendi memleketimizde dilenci olduk...” derken, haksız mı?