Ödünç zamanlarda Yöntem Sorgulaması-
GEZİ NOTLARI: 7


İlahiyat fakültesinde görev yapmak zor; ama ilahiyatlı onur duyulacak bir sıfat; tabii onu taşıyabiline! İlahiyatçılıktan; yani dini değerleri kısa vadeli hesaplara kurban etmemeden ayırt edebildiğimiz sürece tabii ki. İyi de, bu fark nasıl fark edilecek ve fark ettirilecek, nasıl bir yöntem takip edilecek, üstelik bunu zücaciye dükkânı giren fil konumuna düşmeden yapmanın imkânı nedir, bu daha zor. 
Yıllardır, gözü kara, bilgeliğe talip, feyizli, kanlarının en hızlı aktığı dönemlerde oldukları için hiçbir haksızlığa tahammül edemeyen yaşta, yılmadan, usanmadan, durmadan çalışan, arayan genç beyinlerle beraberim; artık çoğu imam hatipli bunların; nasıl iyi bir “ilahiyatçı” olunurun ön şartlarının önemli ölçüde tamamlamışlar; neyi aradıklarından çok eminler, hatta bulduklarından eminler(di).
 Oysa ben o yaşlarda hiçbir şeyden emin değildim, kısa sürelerle de olsa “Emin” insanlarla beraber olma şansını yakaladığım halde yaşadıklarımdan sonra hala emin değilim! Özer Amca’nın 72 yaşına kadar görüp geçirdiklerinin kısa bir bölümünü dinledim, şahit oldum, öyle görünüyor ki, eğer yaşamak nasip olursa, ileriki yaşlarda da, bu durumda bir değişiklik olmayacak? Peki, o zamanlar, “ötekiler” kendilerinden ve hakikati bulduklarından nasıl bu kadar emin olabiliyorlar; nedir bunların yöntemleri! Yoksa öyle mi gözüküyorlar; içlerindeki fırtınaları mı bastırıyorlar? Bilemem, bildiğim tek şey bu.
Felsefeci olmak ne demek! Gezi notlarından bazılarını okuyan Yunus Bayke, ‘yahu bu felsefe nasıl bir şey, geldiğinden itibaren saçların biraz daha beyazlaştı; oysa ortalıkta öyle dolanıyor, hiçbir şeye karışmıyor (gibi)duruyorsun?, üstelik buralarda un değirmeni de yok” diyerek (biraz acı dolu bir tebessümle) sordu; benzer soruya daha önce anayurtta da karşılaştığım için aynı tebessümle karşılık verdim; ama Meryem’in fotoğraflardan gördüğüne göre, hakikaten daha beyazlamış saçlarım. Bir şikâyetim var mı; yok, niye olsun ki, Aşık Emrah’ın dediği “ Bir tipiye yakalandım yaz günü; sormayın ak düşmüş saçıma” diyorum; ama “Ararım dünü, kar yağdı saçıma ah bana vah bana; bilemedim baharımı yazımı” demiyorum; çünkü bir memnuniyetsizliğim yok ki; buradaki Türk Atalar’da (oğuz); “Saçlarına ak düşmesi, kafanın çiçeklenmesi, saç dökülmesi ise kafanın olgunlaşması” olarak görülmüyor mu? Öyleyse nedir sorun? 
Madem, beşikten mezara kadar bilgi arayışı şart, yolda olmak, sürekli yolculuk halinde bulunmak için en iyi meslek felsefecilik. Filozof olmak her babayiğidin harcı değil; ama onların fikirlerini okumak, okutmak ve üstelik bunun için üstüne üstlük geçimini standartların üstünde sayılacak şekilde temin eden bir maddi karşılık almak, bundan iyisi Şam’da kayısı! Rahmetli babam, asistan olduğumda, “yahu sen ne iş yaparsın, hadi ben mecburum okuman için sana para göndermeye, ama devlet, sırf sen oku diye para niye veriyor, bunu anlamadım” der ve benimle kafa bulurdu. 1987 yılında tahmin ediyorum, ilk yazım ulusal bir gazetede çıkınca, kendisine getirmişler, okumuş; sonra “Ne konuştuğunu anlamıyorum ki, yazdığını anlayım! Bir kere bile olsun dedesinin camiinde vaaz vermedi kerata” diyerek, bir kenara fırlatmış gazeteyi. O gün bu gün, eğer meslekse felsefeci olmak, hiç şikâyetim olmadı. Evet, daraldığım anlar oldu, acıdıkları zamanlar oldu, “aaa Mevlit bey, namazda kılıyormuş, aaa hocam sen abdest de mi alırsın?”diyen öğrenci ve meslektaşlarım oldu; bunları söyledikleri zaman üzüldüm; ama hiç birinden şikâyetim olmadı; çünkü bu zemini hazırlayan, üstelik bilerek hazırlayan bendim.
İlahiyat Fakültesinde Görev Yapmak
Niye ki, diyecek soracak olursanız; işte bunun cevabını bende arıyorum. İnsan ne güzel tribüne oynayıp, alkış almak istemez, jön yerine, Erol Taş olmayı niçin tercih eder? Hakikaten severdim rahmetliyi; onlar olmazsa, film olmaz, demek yetmez. Çünkü dışarıda o rolün gereği olarak horlanmak ve per perişan olup ölüm gitmek de var. Oysa jönler kendi sesleriyle bile konuşmazlar; bunu unutur insanlar. Sorun madem, ilahiyatlı ve ilahiyatçı olmak arasında salınıyor; hakikati bulmaya vesile olan temel İslam bilimlerinin yanında  (genel olarak hor görülen) felsefe derslerinde yapacaksınız; riskli vallahi.
Yöntem Arayışı
En iyisi, öncekiler ne yapmış diye bakmak; değil mi? Bunu nasıl yapmış ve filozof nitelemesini hak etmiş Gazzali ve Descartes? İkincisinin “Metot Üzerine Konuşmasını” Teo Grunberg bize bir dönem okutmuştu; ilkini ise yıllardır her sınıfa okuturum, tahlilini isterim; acaba nasıl bu kadar yoğun öz eleştiri yapmış; kendim hesaplaşmaktan korktuğum için öğrencilerimden isterim bunu. Var olması için başka hiçbir varlığa ihtiyacı olmayan Varlık ve onun dışındaki her şey demek olan “Alem”i nasıl “değer”lendiriyorlar?  “Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır; Hep suç bende değil, beni yakıp yıkan bir nazar vardır” diyen Üstad S. Karakoç’un dizelerine sığınarak yaptım bunu.
Hakikat arayışına dair bilgileri, kaynağını, sorgulamak, üstelik bunu yaparken mevcut toplumsal durumu, hakikat tasavvurlarını, dayandıklarını temel noktaları incelemek, bunları mümkün olduğunca sade bir dille ifade etmek nasıl oluyor? Bireysel serüvenleri, nasıl böyle bu kadar geniş bir toplumsal karşılık buluyor; bir zamanlar, bu bir kişinin heyezanı diyen radikal bir genç, yıllar sonra askerde, aynı durumu yaşayıp, benimle paylaşma dürüstlüğünü göstermesi nasıl bir şey? 
Bireysellikleri, öznel değerlendirmeleri, toplumsal ve nesnel kabullere nasıl dönüşüyor, yıllardır niçin okunur ısrarla bu ufak kitaplar, demenin bir anlamı yok; çünkü  “alem”e dair bu iç muhasebe ve mücadelelerinden dolayı onlara “alim” ve “filozof” sıfatını veriyoruz. Haddimi bilmem gerek; ama felsefe hocası olarak onları okumak bile yetiyor, bu terazi daha fazla sıkleti kaldırmaz, eğer haddimi bilmezsem!
“el-Munkız” tahlillerini öğrencilerimden her dönem kendi el yazılarıyla ister; okurdum, 2005 yazında bu tür muhasebeyi ve mücahedeyi sağlayacak zemin bağışladı Rabbim. Rasyonel, irrasyonel, absürt olan ne, aralarındaki fark fark etmek nasıl mümkün oluyor; sorunun cevap arayışı olarak bilginin kaynakları üzerine dair yaptığım ön hazırlıkları Gazzali’yi merkeze alarak profesörlük takdim tezi olarak sunmayı düşünüyordum. Sakin ve dingin bir mekânda son noktayı koyarım diye hedefliyordum. Belki doğanın güzelliği, belki bunca yıldan sonra bu tür bir dingin ortama can şenliklerimle beraber olmak yüzünden, bilmiyorum, bu muhasebeyi yapamadım; “önsöz”ün aslında “bir nevi itiraf şeklinde yazılan sonsöz” olduğunu belirtip, metni derleyip toparladım..
Gürültülü Mekânda Sessizce ve Toz Kaldırmadan Dolaşmak
Biraz dinlenmeyi hak ettiğimi düşünerek burslara bakmaya başladım, Londra’yı hedeflerken; Tanrı, ismiyle müsemma dağların arkasına gönderdi beni. Evet, bunca gürültü, patırdı, şamata arasında yeryüzünde alemin seyretmesi karşısında yorulup, essizce dolaşmak, alemi seyretmek için gökyüzüne çıkmak gerek; bunu yapmanın imkanı yok; ama Resulü’nün komşuluğuna sığınmak; Tanrı dağlarının eteğinde geniş bir ova’daki tek yükselti olan Süleyman Dağına çıkmak ve oradan seyretmek mümkün. Nasılsa buraya Mescidu’l-Acem demiyorlar mı?  
Oş’a hala kış gelmedi desem yeri; güzel bir ikindi vaktinde çıktım dağa “Ömrün birdenbire gelen sonbaharında/verilmemiş hesapların korkusuyla/Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim/Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi” diye diye vardım oraya. İkindi vaktiydi; güneş sararmaya başlamıştı” hakikaten Karakoç Üstad’ın dediği gibi; ama acaba gerçekten “En Sevgilinin gölgesi”nin yansımasını kaldırabilecek miydim?
Biraz zor bunu kaldırmam, hemen aklıma Vahdet-i Vucud anlayışını anlatırken kullandığım  iki satır geldi: “Gah Çıkarım Gökyüzüne Seyrederim Alemi, Gah İnerim Yeryüzüne Seyreder Alem Beni” Her ne kadar İmam Rabbani’nin Vahdet-i Şuhud anlayışını kendime daha yakın ve tutarlı bulduysam, bu sözde beni çok etkiler doğrusu. Bir deneyim yeryüzünde ayak altında dolaşıp yöntem diye kullandığım aslında ne; verilmemiş hesapları nasıl en aza indirebilirim; en azından bunun düşlerini, O’nun hayaliyle yanarak kurabilirdim; dağa yansıyan gölgenin bir kenara oturdum ve seyre daldım Alemi/Oş şehrini.
Sağım, Solum Sobe Diyebilmek İçin Önce Yönleri Karıştırmamak Gerek 
Ama tersim mi döndü ne; şehir yok; öyle düz bir ova ayaklarımın altında! Hemen çıktım “gölge”den çünkü burada güneş doğu’dan batıyor; saçmalama diyeceksiniz; ama öyle; hala alışamadım; Türkiye’ye göre doğuya dönüyorum sabahleyin; güneş falan yok; batı’ya dönüyorum “Güneş Doğuyor”; kıble hala sanki Kuzeye doğruymuş gibi geliyor bana. Oş sehrini seyretmeniz gerekiyorsa (ikindi) güneş(in)e doğru döneceksiniz yüzünüzü; çünkü Dağ’ın tepesinde Babür mescidinden kenarından şehir en iyi seyrediliyor ve Güneş batmak üzere; fakat hala bana güneşin battığı yön, bana Doğu gibi geliyor. Doğu ve Batı yönleri değişmeyeceğine göre, bende ve bilincimde var galiba karışıklık!  Epey oturdum; sonra yavaş yavaş indim, dağın eteğindeki Rabat Mescidine, oradan da yerleşkeye döndüm, cevapsızlığın ölümcül susturuculuğuyla. 
Yazı ve mesajlardaki kesintiden dolayı bir süre sessizliğe büründüğümü fark eden dostlar, hemen sordular, neredesin, niye ses yok, diye. (09/12/05) Biraz sessizliğe ihtiyacım var; dedim; iyi ama sessizlikte kaybolma riski var; inşallah bu yoğun bir söylem(l)e dönüşür, dedi. Gurbet yazısıyla bu muhasebeyi kısmen yaptığımı düşünüyordum, bir feyizli yoldaş, gurbet”in “kurbet”i; yani kendi uzaklığını aşmaya yarayıp yaramadığını sormaz mı? 
Hayda, tekrar başa mı dönüyorum? Sevdiğin, özlediğin insanlardan “ödünç alınan zamanlar”da, tekrar dönüşünü bekleyen ve hayatı anlamlı kılan can şenlikleri, can yoldaş(lar)ım bir yanda; eğer Çorum Hitit üniversitesi açılırsa 2. dönem gelmeyebilirim, çok zayıf bir ihtimalle de olsa, dediğim zaman hakikaten üzüldüklerini gördüğüm buradaki güzel insanlar diğer yanda, ne yapacağım şimdi? 
Gurbet ve sıla’nın karıştığını daha önce yaşamış ve paylaşmıştım; bir kara gün dostu, nerede olursanız olun, ya da her nasıl isimlendirirseniz isimlendirin kimi görüyorsanız onunlasınız ve “kalbinize iyi bakın” demiş.  “Kendine iyi davran” tavsiyesinden daha sıcak geldi bu bana; en azından maşozistlik izi taşımıyor çünkü. Zaten Gazzali merkezli kalbin bir anlama yetisi olup olmadığını tartışmaya bu sorundan dolayı çalışmıştım, ama çıkamadım ki işin içinden. En iyisi bir zamanlar bir Resule mekânlık etmiş çıkayım şu dağa; onun komşuluğuna sığınalım; aslında mekân bahane, sadece “bağlanmanın sahibine kalbi duruş için dingin bir ortam sağlamaya çalışmak; zamanın sessizliğini duymaya çalışmak belki. Ama bu sefer yazamıyorum; yönlerim bile karışmışken, üstelik bunu en net şekilde bir peygamberin (mekânının) gölgesinden çıktığım an anlamanın verdiği sıkıntı iyice abanıyor üstüme. Ama eğer yazmaz ve paylaşmazsam “ocak” sönecek; “Bağlanma”nın üstadı Pakdil’in bir dizesini yetiştiriliyor yardımıma; “Dağınıklığım çok süslü silahlarla donatılmış düşmanım; bunu yenmeden çizebilir miyim üstünü: yaralarımın.” Evet, “Bir yerden başlamalıyım; çünkü yazarak ulaşılır Ey Sevgili, En Sevgili Sana”
Akrep Yöntemi ya da Ters Okumalar
Kendisinden ve doğrularından son derece emin, üstelik bu güveni ilahi bilgiyle desteklemiş insanlara yapılacak tek şey, bilgilerini pekiştirecek sofist söylem; böylece prim yapabilir misiniz? Bankacı eğitim modeliyle getirdikleri mevduata daha fazla gelir vermek ve kestirmeden para kazanmak her zaman cazip, çünkü verdiğinizden daha fazlasını alıyorsunuz? Bunu yapmak yerine filosofist bir tutumla, öncelikle kendi bilgilerini sürekli sorgulayıp, getirilen mevduatı ortak bir iş kurarak kar ve zararı birlikte paylaşmayı tercih ederseniz, risk alıyorsunuz demektir? Bir çok fizibilite çalışması yapmak gerek, yatırımın verimliliği için; öyle değil mi? Teknik açıdan böyle özgürleştirici, sorgulayıcı, paylaşımcı, sürekli talebe olmayı gerektiren yöntemi; diğer açıdan ise “Bir Bilenin üstünde daima başka bir Bilen vardır”ı hiç unutmamak!
Yapı çok sağlam (gibi) duruyor; raporlar onu gösteriyor, ama hiç deprem yaşamamış ki, yıllarca bindiğimiz ve halen en fazla araç konumunda olan malum marka arabalar, hiç çarpışma testine tabii tutulmuş mu, ki bu kadar eminiz durumdan. Örümcek ağı gibi, kurgusu çok iyi, sinekleri de yakalıyor; aslında zayıf, bir darbe ile yırtılabilir. Üstelik, Oş’da sırf Peygamberimizi ve sıddık yoldaşını koruduğu için kutsal sayılıyorsa, bu örümcek ağı, ne yapacaksınız; bunu nasıl anlatacaksınız? Benim; siz, sız dediğime bakmayın, bunları tekil yani öznesi “Mevlüt” olarak okuyunuz; lütfen. Ya da böyle bir sorununuz varsa, kendinizi koyun bu isim yerine, ne bileyim, ne isterseniz onu yapın.
Öyle bir yöntem bulacaksınız ki, önce mevcut yapının korunaklığının tutarlılığını bizatihi binanın sahibine göstereceksiniz; aslında onun bütün birikimiyle kendimize kurduğumuz zindanlar olduğunu, kerameti kendinden menkul koğuş ağalığı yaptığımızı, doğal bir şekilde hatırlayacağız; birisi söylerse, onurumuz kırılır, ama kendimiz aslında zaten bildiğimizi bir hatırlarsak sorun yok. Sokrates’i kullanabilirdim, onun ters okumalarını, sorunların bilmediğimizi bilmemekten kaynaklandığını, felsefecinin işinin cevaplar üretmek yerine sadece ona hatırlatacak sorular sormak olduğunu söylüyordu; sonu malum; riskli; ama bir deneyelim bakalım. bilgiyi üreten ile vesile olan arasındaki sahipliğin farkını, çocuğun bütün sıkıntılara sahip olarak doğuran ana; ebe ise hem annenin hemde cocun/bilginin hijyenik şartlarda sıhhatli doğmasına vesile olan kişi olduğunu söylüyordu; sonu malum; riskli; ama bir deneyelim bakalım. Acaba öğretimde ebe/rehber işlevini sokrates’ten seçmem, Ayşegül’ün bir köyde, kocası öğretmen olmasına rağmen, doğum için şehre ve hastaneye götürülmemesi ve ölmesiydi, bilemiyorum
Hem zaten S.H.Bolay hocam, onun ismi bilinmeyen peygamberlerden olma ihtimali var dememiş miydi? Bildiklerinden emin olan ve efendi olduğunu düşünen bir insanın kölesine sorularla bir geometri problemini çözdürmemiş miydi; böylece bilmediğini bilmeyen, bildiklerinin kölesi olanın asıl o efendi olduğunu, cümle âleme göstermemiş miydi? Doğruları aramak yerine, yanlışa evet dememenin daha basit ve doğal olduğunu söylüyordu; bu dedem Karadayı Mehmet’in beni üniversiteye gönderirken önce bir elma verip, sonra bunu söylememiş miydi? 
“Eğer bilerek bir haksızlık yapar veya alet olursan…” demiş ve sözün devamını getirmemişti. Bugün gibi hatırlıyorum, acaba İslam düşüncesinde karşıt fikirleri, muhalif veya alternatif akımları incelememin temelinde bu tavsiye var mıdır; diye; özellikle Hasan Basri’yi seçmem de, kalbi bilginin epistemik temellerini araştırmamda dedemin konumu ve tavsiyesinin etkisi vardı galiba. Daha sonra Nureddin Topçu’nun A. Bekkine; N. Fazıl’ın A. Arvasi merhumlarla karşılaşmalarını, eserlerine bunların yansımalarını inceledim; eserlerini, rehberliklerini önemli gördüğüm bu büyüklerimle mukayese edilmek istemem; ama Emin Acar ile karşılaştıktan ve tanıştıktan sonra çalışmalarımın farklı bir ivme kazandığını düşünmemde dedemin etkisi var galiba. 
Galiba, diyorum çünkü onlar gibi bir ruh disiplininden geçmedim, nasıl yapacaktım? Ne dedem Mehmet Efendi, ne Türk İslam Edebiyatı hocam Mehmet Esad Çoşan’ın hocası Mehmet Zahid Kotku’dan devşirdiği sohbet yöntemiyle yapamayacağım kesindi. Bir İstanbul ziyaretimde Süleymaniye Caminisin bahçesinde metfun Kotku merhumun mezarı ziyaret ettikten sonra hemen yakınındaki Lale Bahçesinde bir iki felsefe dostu ile bunlar hakkında konuştuk, niye biz böyle yapamıyoruz diye. Bir ara, Dedemin; Kotku merhumların resimlerini yan yana koyduk; Emin hocamı tahayyül ettim, sima olarak da ne kadar benzeşiyorlardı! 
Evet, Necati Öner, H.Atay S.H.Bolay Mehmet Bayrakdar; H.Altıntaş, Alparslan Açıkgenç, Teo Grunberg, Ahmet İnam gibi dönemin önde gelen felsefecilerinden “ders”ler aldım ya; bunlara güvenebilirdim. Oldukça rahat ve liberal bir ortamda büyüdüm; lise matematik kolu mezunuyum, dolayısıyla önceden yüklenmiş hakikat tasarımlarım yok; belki bu nedenle İlahiyat fakültesine ilk yıllar alışamadım; devam zorunluluğu ve vizeler olmadığı için ilk yıllar pek takip etmedim, dersleri; sonrasında arka sıralarda oturdum. 
Bu nedenle “arka sıradaki öğrencileri” daha çok severim, notlarım ortaydı, belki bu nedenden dolayı Alparslan hocanın teklifiyle girdiğim araştırma görevliliği dil sınavını kazanınca, Bolay hocam, “Sen de kimsin?” diye sormuştu. Sonra hocama asistan oldum, özellikle onun profesörlük takdim tezi olarak hazırladığı “Convensionalism” çalışması aşamalarında bulundum ki, bu benim felsefi arayışım için oldukça önemliydi.
Sokrates ve olası Yanlış Anlamaları Osmanlı Geleneği İle Gidermeye çalışmak
Bu büyük hocalara arkamı yaslayarak anlatabilirdim felsefeyi, Sokrates yöntemiyle; ama Sokrates’in yaşadığı dönemi, cinsellik ve benzeri konulardaki olası yanlış anlama ve kırılmaları nebevi geleneğe yükleme riskinden kaçınmak gerekmiyor muydu? Karadayı diye maruf dedemin, bir gün isim, müsemma ilişkisinden bahsederken, Osmanlı’nın peygamberimizin niteliklerini taşımak, ama kişiden kaynaklanan sorunların ona atfedilme riskini yok etmek için Muhammed yerine aynı harflerle ve aynı şekilde okunması mümkün olan Mehmed koyduğunu söylemişti. Bu nedenle can şenliklerime Mustafa’nın yanına Enes, Mehmed’in yanına Senih; Hatice’nin yanına Begüm isimlerini koyduk; hep ilk ismin niteliklerini taşısın, hem dedemizi, anne ve babamızı yâd edelim, ama aynı zamanda “kendileri” olsun, yaptıkları olası hatalar ilk isme bir şekilde eklemlenmesin, dedik. Çift ismin sorun çıkardığını 1980 yılında kısa süre kaymakam oluruyla çalıştığım Sungurlu Nüfus idaresinde gördüğümden, bunları resmen yazdırmayarak olası yanlışlıkları gidermeye çalıştık; ama bunu derse nasıl uygulayacağız?
Fıkralar ve ters okumalarla bunu yapabilirdim; çünkü jön çoktu, alkışı seven yakışıklıların filmi götürmeleri için bir de kötü adam gerekli değil miydi? İHL eğitimiyle iyi insanın nasıl olması gerektiğini, ağır olda molla desinleri biliyorlardı, gençler. Ama bunlar delikanlı, kanları deli deli akıyor, ağır olmaları ontolojik olarak mümkün değil! Bir de “Gence benzemek isteyen yaşlı ve yaşlıya benzemek isteyen gençten sakının” ilkesi var; yani “an”ı yaşamak, en nitelikli şekilde değerlendirmek, bunca iyiliğin muhtemel kötülüklere yol açma ihtimalinden bahsetmek için fıkralar en iyi yoldu. 
Felsefe grubu derslerinde temel İslami bilimler anlatılıp, felsefenin zındıklık olduğu genel kanısıyla gelmiş ve mutlak ve iyi çözümleri olan insanlar, birden birilerinin arka bahçeleri ve kötü olarak görülmeye başlandı. İHL tarumar edilirken, diğer meslek liseleri de tırpanlandı, ilahiyat fakültelerinin kontenjanı düşürüldü, potansiyel suçlu muamelesi görmeye başladılar; oysa hepsi bunların iyi çocuktular, ne olmuştu öyle, birden “kötü” ve “tehlikeli” görülmeye başlanılmıştı? Paradoksal olarak Türkiye’nin en zeki çocukları gelmeye başladı ilahiyatlara; bireysel ve toplumsal açıdan sıkışmış bunlara ne anlatacaktınız? Evet, oldukça rahat bir ortamda yetiştim; matematik mezunu olmanın daha sonra felsefe için ne kadar önemli olduğunu öğrendim; nitelikli felsefecilerden ders aldım, ama bunları bu karmaşık ortamda nasıl verecektim?
Ahmet İnam hocamın “Bilgi ve Hoşgörü” arasındaki ilişki kurgulamasından çok değerli bilgi teorisiyle temellendirerek, “bana göründüğü veya anladığım şekliyle” hakikate dair tasarımlarımdan bahsedebilirdim. Tabii bunda kronolojik olarak felsefe tarihini verirken, aslında her filozofun varlık,  bilgi ve değer üzerine görüşlerini sistemli hale getirmesiyle bu sıfatı aldığını söylerken epistemik temel hazırlanmasının faydası vardı. Yöntem oluşturma sürecinde ilk olarak “Allah” kelimesi yerine “Tanrı”yı kullanmayı tercih ettim; tarihsel olarak Türklerin çok önceleri kullanmış olmalarının güveninin yanı sıra, olası yanlış yorumlamaların hatasının benim olması, O’nun adına konuşmanın risklerinden kaçınma kaygısıydı. Bu noktada, genel olarak İlahiyatçılar tarafından eleştirilen Çubukçu hocamın hassasiyetini de yaşayan biri olarak ne yapacaktım; en iyisi “Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome’nin Belkis’ın” diyen Karakoç gibi; Sokrates’in görüntüsünden faydalanmaktı. 
Bu çerçevede, asistanlık yıllarında yaşadığı iki olayın bu tespitte önemli olduğu hatırladım, onları paylaşmadan geçemeyeceğim. Bir keresinde, kendisine vahiy geldiğini iddia eden biri gelmişti İ.Ağah Çubukçu hocaya; dinledi uzun uzun; sonra bunları yaz da getir bana; dedi; ertesi gün adam geldi. Hoca, eline aldı defteri, bu kimin eseri şimdi, diye sordu; adam “benim” deyince; o zaman adına yaz üstüne; ve ilk cümleye “Bana göre” ifadesini koy; böylesi daha uygun olur” dedi Çubukçu Hoca. Adam, “Tamam hocam; anladım; ben iyisi bir psikologa gideyim” diyerek çıktı. Hoca; şuna bak; evet, bir takım hatalarımız var; ama Allah’ın merhametine ve Resulünün şefaatine güveniyorum; onlara nasıl halel getirebilirim” de mi, diye bana döndü. Görüntülerden faydalanılıyordu; ama “Boşunaydı saklamaya çalışmak; öylesine aşikâr ve belliydi ki” Asistanlığım sırasında Şamil abi ve İlhami sıkı bir kelami tartışmaya girmişlerdi; sonunda İlhami, “Abi, galiba biz aynı Tanrı’ya inanmıyoruz” deyince Şamil beyin ne kadar üzüldüğünü hiç unutmam. Ama gerçeklik payı var, ilk dönemden bu yana, Tanrı tasavvurlarından son derece emin olan insanlar, diğer kardeşlerini katletmede hiçbir sakınca görmediler mi? Cebriyye ile Mutezile ekolünün Tanrı tasavvurları ne kadar benzeşir ya da?
Fakat biz bu duyarlılığı, acemilikten olsa gerek, biraz abarttım galiba; Çorum Saray sineması Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle tıklım tıklım dolu; konu Değişim Sürecinde İslam. İlk ben söz alacağım ve teknik açıdan değişim kavramını inceleyeceğim, her yıl Heraklitos ve Parmenides merkezli uzun soluklu okumalar yapıyor ve H.Y.Başdemir kardeşin kontrolünde müzakereleri sürdürüyoruz ya, hazırlıklıyım konuya. Tefsir açısından Muhammed Bilgin; Hukuk Açısından Salim Öğüt Beyler konuşacaklar. Hazırlıklar tamam, Allah Resulünün mesajı iyi ulaşsın diye temeli sağlam atacağız, sonuç mu, berbat! Konuşmanın ortasında adamın biri ayağa fırlayıp, “Anlamıyorum, ben anlamıyorum!” diye bağırmaya başlamasın mı! Karga tulumba çıkardılar dışarı adamcağızı; tabii benim ter sırtımdan paçalarıma kadar indi. Zaten konuşma kabaliyetim iyi değil; birde panikledim üstüne üstlük; heyecanlı bir şekilde devam ettirmeye çalıştım konuşmayı; adam bu sefer yan kapıdan bağırıyor.” Ne bir ayet, bir hadis, yine anlamıyorum işte; ne biçim Kutlu Doğum Kutlaması bu!” diye. O gün bu gün Kutlu Doğum Toplantılarına katılmıyorum. Kaş yaparken göz çıkarmamak lazım çünkü.
Önce Sınırları Zorlamak
En iyisi “çocukça” davranmak, bebek adımlarıyla yola koyulmak; o disipline edilmemiş, doğal ruh halini ortaya çıkarmak galiba. Çünkü en iyi anlaştığım çocukken Enes, begüm ve şimdi de Mehmed; bazen öyle kavga ediyoruz ki, Meryem; “Oğlum sen büyüksün, takılma ona: uyma” diyor, çocuk bunu yapıyor ve kavga bitiyor. 
O halde, Küçük Prens, Alice Harikalar Diyarında; Martı ve Donkişot’u okutayım ders dışındaki okumalarda dedim. Ama bunu kimlere vereceğimi nasıl tespit edecektim? Fıkralara ve ters okumalara, yerleşik din anlayışlarına yönelttiğim sert eleştirilere kayıtsız kalmayan, kızan, sinirlenen, cevaplar üretenlere tabii ki. İyi de, niye bu kadar sinirlenen, tepki veren verdiğim kitabı okusun? Üstelik çocuk kitabı; işte bunu hala anlamış değilim, o gün bugündür, hep bu kitaplarla başlarım ben felsefe yoldaşlığı testine!
Tamam; Allah’ın 99 güzel ismi var; bunlara dair bilginin peşinde olmak (felsefe) biricik hedef; tamam 100. isim kendine ait. Emin Maloof’un aynı adlı bir romanla bunu aramaya çalışmış; ama nafile çaba; zira bu ismi bilmeye çalışmak, sofistlik, hatta daha ileri gideyim, nefsini ilah edinmek; peki bunu çaktırmadan insanlara nasıl hatırlatacaksınız? 
Önce bu yöntemi şaka ve fıkralarla, karşı sorularla ön hazırlığını yapıyorum, imtihan kâğıtlarına mükemmel yazmış olanlara yukarıdaki bilgiyi hatırlatıyor ve kendi notunu tercih et, diyorum. 100 rakamını tercih edersen, benden daha iyi bildiğin anlamına gelir, ki buna bozulurum, diye de ilave ediyorum. Neticede şu ana kadar tamamına yakını 99 numarayı niçin tercih etti, diye düşünmeden edemiyorum. Acaba teklif olarak sunduğum tehdit olarak mı algılanıyordu ki?
Disiplinli bir ruh eğitiminden geçmediğim için bazen sınırları fazla zorladığım oldu; zulme varan zorlamalar; aşırıya kaçan fıkralarda özür dilemek yetiyor muydu, sanmıyorum! Yatay geçişle gelen bir kardeşime yaptığım espriden hala utanırım; onun sınıfın ortasına gelip, bir şey dememek için ne kadar kendini zorladığını hiç unutamamam. Hala Oş’dan messenger vasıtasıyla görüşmenin Sabahaddin’un yoldaşlığıyla ne büyük bir onur olduğunu nasıl anlatsam, bilemiyorum. En iyisi sessizliğin sesine bırakmak bunu. Çünkü ister bile bile lades dediklerim, isterse bu kadar enaniyet neyine belki bunda da felsefi zihniyeti geliştirilebilir diyerek seçtiğim bazı istisnalar dışında; çocukça kitaplarla ulaştıklarım hep sağlam ve sahih yoldaşlar oldular. 
Türkiye’nin farklı fakültelerinde sosyal bilimler (tarih, felsefe, sosyoloji) de ihtisaslar kazandılar, yani salt ilahiyatta değil di başarıları. Hatta yöntemi kısa sürede çözüp, aynıyla bana mukabele etmeye başladılar, işte o zaman zorlandım gerçekten. Fakat hala bazen derim; acaba bu yapı çözümü (deconstruction) gerçekleştirmek yerine serin ve güvenli sığınaklarında kalsalar mıydı? Dışarısı kavurucu sıcak ve onlara uzatacak bir şemsiyem bile yok, olmayacağını baştan söylemek acaba beni sorumluluktan kurtarır mı? İkinci sınıftan itibaren düzenli okumalarla belirli bir yere getirmek mümkün; ama kısa sürede hiç ilgisini çekmeyen bir konuyla tamamen farklı bir ortamda yarışa hazırlamak, acaba bilgi arayıcısına mı yardım mı; yoksa kendi yöntemimin sınırlarını zorlamak mıydı; hala düşünürüm, böyle bir hakkım olabilir mi diye. Fakat güneş altında gölgelenecek bir yer, bir ağaç aramaksızın hala yılmadan, usanmadan, durmaksızın çalışmalarına, bilgiyle aydınlanmaya ve aydınlatmaya devam ediyorlar. Buradaki aydınlanmanın modern anlamda kullanmadığımı, Sokratesci kişi, bilmediğinin cahilidir, sözünün açlığını hisseden somut isimlere gönderme yaptığımı özellikle vurgulamak lazım. 
Fıkralarla zorladığım bir gerçek, bir keresinde her fıkraya karşı bir ayet ve hadis okuyan arkadaş, baktı ki olacak gibi değil, bayan arkadaşlar rahatsız oluyorlarmış, dedi; bende onu da yanıma alarak gittim ve sordum, niye bana söylemediniz, “yaptığımız hafriyattan neticesinde verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dilerim” dedim. Şaşırdılar, yok hocam öyle bir şey, olsa her şeyi söylüyoruz size, hatta bir gün Sokrates’i anlatırken ve onu överken, “kişi sevdiğiyle beraberdir” diyerek sizin ahiretteki yerinizi bile belirledik, bunu mu söylemeyeceğiz, bunlar kendi kuruntuları” dediler, o erkek arkadaşın yüzüne karşı. Hocalardan rahatsız olanlar ise dekan beye aktarmışlar; Hüseyin Algül hocam, o munis ve muhlis tavrıyla, sordu, derste müstehcen fıkralar anlatıyormuşsunuz öyle mi, diye. Tevil veya inkâr edeceğimi mi düşündü, bilemiyorum, evet, isterseniz bir tane de burada anlatayım, diye cevap verince şaşırdı ve tebessüm etti sadece. Böylece çocuk ruhlu olanlara hikâye ve masal; büyük (olduğunu düşünen)lere fıkralarla götürdük dersleri!
Atayurt’da yöntem uygulaması
Ateizmin bir dinsizlikten ziyade seküler bir din olarak sunulduğu Sovyet döneminden yeni çıkmış Atayurdun’da bunu denemek riski çoğaltırdı, yeni bir şeyler bulmam gerek. Birde bu riske, benim Türkçe kullanmamdaki bozukluk, öğrencilerin Türkiye Türkçesindeki yetersizliği ilave edederek durumu tahayyül edin. Başka yöntem bilmediğimden olsa gerek, daha hafif dozajda Sokratesci geleneği uygulamaya başladım. 
Ya Sokrates’i nebevi zincirin kırılmış bir halkası veya ona eklemlenmiş biri olarak sunabilir ve yöntemi uygulayabilir ve oldukça iyi bir konumda olabilirdim; ya da onun sorgulama tekniğini bir şekilde kullanıp, dönemini iyi anlatıp, Musa’nın mesajından haberdar olduklarını, hatta talebesi Platon’a Attika diliyle konuşan Musa, denildiğini, ama  bunu çok fazla önemsemediklerini söyleyecektim. O zamanlar, eşcinselliğin doğal karşılandığını; Sokrates’e aşık erkek ve zengin bir talebesi olduğunu söylemem karşısında, kişi sevdiğiyle beraber olma tepkisini yeniden göğüsleyecektim. 
Olası bir yanlışın bedelini en iyisi ben çekeyim; diyerek devam ettim bildiğime. Nitekim daha üçüncü haftada yöntemi çözmüşler, aynıyla bana mukabele ediyorlar; şaşırdım ama sevindim bu arada. Öğrenciler günü varmış, bir hocamıza çikolata aldırmışlar; ben öyle şeylere gelmem, falan diyerek epey ayak sürüdüm; bir gün baktım, Rabia; arkadaşlarına dönüp, “Boş verin yahu, nasılsa almaz, baksana ben pinti bir adamım diyor, ne ısrar ediyorsunuz. Hoca iyi bir sofist, kendi kendiyle mi çelişsin, o zaman mantık nerede kaldı, de mi?” diyor hınzır bir tebessümle. Zaten derslerde en çok sorularıyla beni bunaltan ve sıkıştıran bu; bende bilmiyorum kardeşim, deyip sıyrılıyorum, nasıl olsa arkayı Sokrates’e dayadık ya. Onlar yöntem gereği bilmiyorum diyorum sanıyorlar, oysa ben gerçekten bilmiyorum! Sınıf geçme tezi olarak “Delalet ve Hidayet” kavramlarını araştıracak, “Allah dilediğine hidayet verir, dilediğini ise delaletle bırakır” ayetini merkeze alarak. Bu ayeti okumuştu, bende donmuş kalmıştım da sınıfta. Dersden sonra hemen Mustafa hocamın yanına koşup, ayetin yorumuyla ilgili ayrıntılı bilgi almış; sonra bunları bilgiç bilgiç anlatmıştım, bir sonraki derste. 
Aynı öğrencinin, tez almak için geldiğinde, kendisine bir arkadaşının vahiy geldiğini iddia ettiğini, bu durumda ne yapması gerektiğini sordu; bende Çubukçu hocayla yaşadığım anekdotu anlattım. Bir insanın rahatsız olduğunu kabul etmesi, yarı yarıya tedavi edilmesidir; önemli olan bunu ona bir şekilde hatırlatmak; gerisin o yapar, dedim. Uygur kızı, “o arkadaşıma önce, getir mucizeni demiştim; sonra Mucize, Keramet ve Meunet kavramlarını kelam dersinde işleyince, Mucize talep etmenin, Allah Resulünün konumuna halel getireceğini; onun ruhunu inciteceğimizi düşündüm” Ve devamla “Dolayısıyla bundan kaçınmanın gerektiğini müşrikler ve kafirler gibi, istihza kokan bu talep yerine; sorunla doğrudan yüzleşmem şart” deyince, dünyalar benim oldu desem yeri. 
Tabii aynı zamanda şifremin bu kadar çabuk kırılmasına bozulmadım dersem yalan olur. Bununla birlikte, “Muhammed” yerine “Mehmed” ismini kullanan geleneği kullanıyorum desem olmayacak, çünkü kırıldı şifre. En iyisi gene Sokratesci yöntemle harmanlayıp kenara çekilmek. Fakat her şeye rağmen olası yanlışları üstlenerek götürmenin, herkese bir payda bıraktığını, öz eleştiri bilincini sağladığını, kimsenin kimseye hakikat dayatmadığını, herkesin hakikatten bir pay almaya çalıştığını, buna katkıda bulunan herkese şükran duyulduğunu hissetmek, kısa sürede şifrenin kırılma hüznünü yaşamakla beraber çok güzel bir duygu.
Ama bunu nasıl ifade edeceksin ki. Sonra öğrendim ki, aynı zeki ve nitelikli öğrenciyi bir arkadaş, kendisine (kelime oyunu yaparak) sınıfa mesajlarını götürecek elçi olarak seçmiş. O; (yazmaya elim bile varmıyor, ama) buna “peygamber” diyor; ne var bunda diye bir de savunmasın mı, biz felsefeciyiz, dersimizde dinler tarihi, dolayısıyla bu yaptığım gayet doğal, diye sözlerine devam etti. Bir arkadaşın “Yahu burada Tanrı kim oluyor?” sorusu güme gitti; dondum kaldım, hakikaten ilgi çekmek, özgün gözükmek ya da entelektüel ortam sağlamak, eleştirel bilinç temin etmek böyle mi oluyordu? İyi niyetinden ve felsefi donanımından eminim; ama gerek var mı; buna bilmiyorum. Çünkü Ben iyisi yine, yine haddimi biliyim ve olası yorumlarımın bir yansıma olduğu ve bedelini ödeyeceğimi bilsinler; işte bunu evet, Sokratesci yöntem sağlıyordu, devam edeyim dedim içimden. Elimi, yüzümü tekrar bir kez daha yıkayım; nasılsa karşımdakine diyemiyorum bunu; evet, hem biraz ferahlarım; iyi gelir soğuk su.
Vize sınavları öncesinde baktım, tıpkı Çorum’daki grup grup olmuşlar, ha bire araştırıyorlar, bir araya gelip tartışıyorlar. Final hazırlıklarında aynı durumu görünce (10/12/05) tamamdır bu iş dedim. Etüt nöbetçisiyim, 4 sınıflar yok, nerede bunlar, diye sorduğumda aşağı kantinde çalışıyorlar, dediler. İndim yanlarına, 73 fırka hadisi, kimin kurtuluşa ereceği, bunun ne anlama geldiği, diğerlerinin durumunun ne demek olduğu, kaza, kader, külli irade, cüzi irade, ecel, insanları mümin, kâfir vb diye tasnif etmenin İslam kelamının oluşmasındaki yeri, bugünkü toplumsal karşılıklarını heyecanlı bir şekilde tartışıyorlar. Sorunlar, güncellenmiş, çevrelerinden örnekler veriyorlar, heyecanla birbirlerinin görüşlerine karşı görüşler getiriyorlar; artık kelam, soyut bir kavram olmaktan çıkmış, hayata dair Söz’e dönüşmüş. “Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Sokrates’in/“Boşunaydı saklamaya çalışmak; öylesine aşikarsın ve bellisin” şifresini burada da çözdüler; bana yine bir şey kalmadı! Ben en iyisi, ikinci dönem gelmeyeyim, kral çıplak; dedi ufacık bir çocuk; muhteşem giysiler içinde “kral” olduğunu sanan için içinden çıkılmaz bir durum.
12/12/05 Pazartesi günü Kelam sınavını yapmamız gerekiyor, şimdiden çalışıyorlar, pek alışılmış bir durum değil. Din felsefesinde, “bu romanı daha önce biz bir bilim kurgu olarak okumuştuk, şimdi yeniden bir de felsefi gözle okuyalım demişti, Arslan, sınıfın genel kanaati olarak. Pazartesi günü geldi; “Hocam, derste Cengiz Aymotov’un Kassandra Damgası adlı bir kitaptan bahsetmiş, kaza ve kader, din ve bilim ilişkisine dair güzel bir örnek demiştiniz ya, işte bugün onun 77. yaş günü dolayısıyla bir tören düzenledik, sınavı erteleyebilir miyiz?” Şeklinde bir taleple geldiler.  
Bunlara sevinmeli değil miyim? O zaman niye hala içim daralıyor; yoksa filosophist yöntem adına sofistlik mi yapıyor, kendi enaniyetimi pekiştiriyordum? Hele Türkiye’deki sınavlara hazırlanan arkadaşlarına felsefe anlattığını, onların kendisinden daha fazla not almasını anlayamadığını, buna kırıldığını söyleyen yoldaşa, yahu işte tam şimdi felsefeci olmuşsun; diğerleri söylenilenleri aktarmış ve daha iyi not almışlar o kadar; yoksa sen 100 almayı mı istersin, diye cevap yazdım.
Süleyman Dağında Daralmak: Fiziki ve ruhi sarsıntı
Yeryüzünde gürültü şamata bol, sessiz gezmek mümkün değil; yukarıdan seyretmeyi deneyelim dedik, ya komşuluğa kabul edilmedik ya da oradaki hava basıncından olsa gerek, içim daralıyor; sessizce ovayı, manevi değerlerden arındırılmış ve üzeri sanki beton tozlarıyla kaplanmış gibi gözüken şehri seyrediyorum; yöntem(sizlim)i düşünerek. Galiba bu sessizliğin sesi pardon basıncı beni boğacak diye düşünerek eve geldim; bir “meunet” örneği daha; eğer paylaşmazsam kendimi özne ve nesne yapmanın, izlemenin rehbersiz zor olacağını, sessizlikte kaybolma riskini hatırlatan; ama bunun yoğun bir söylem(l)e dönülme imkânını taşıdığını, bunu umut ettiğini belirten bir mesaj. “Sonra da bunu şimdi ben ne yazdım!” şeklinde bütün çocuksuluğunu ve doğallığını gösteren bir notla birlikte. Doğru ya, diyerek fırladım oturduğum yerden; önümde Efendimizi örnek alan bir çok güzel insanlar var; abid, zahid Mehmetleri takip edersem bu riski azaltırım. Mehmet Senih’le konuşursam; o çocuksuluğu tekrar hatırlarım belki ve bu kaygı azalır; diye telefona sarıldım. 
Senih Mehmet; bana gemi yaptığını, ama kendisinin de beğenmediğini söyleyip başladı konuşmaya; işte bu kadar, dedim. Hakikaten can şenliklerim olduğu sürece; zahid/e, abid/e, feyizli yoldaşlarımın katkılarını her an hissettiğim müddetçe, çok su yutarım; ama boğulmam; çok gezelerim, düşüp kalkarım ama kaybolmam; deyip ufak notlar almaya başladım, yöntem arayışıma dair serüvenim için. Kendime güvenim gelmeye başladı, notları bırakıp uzandım yatağa; bir süre sonra bir sarsıntı ile uyandım; ne oluyor yahu deprem mi, diye fırladım; temrinliyiz ya yer sarsıntılarına. (13/12/05; 04) 
Evin mutfak balkonuna çıktım; karşıdaki yurda baktım hiçbir hareketlilik yok; galiba, kabus gördüm, ondan uyandım diyerek, ön balkona geldim; baktım Şükrü kardeş, yahu deprem oldu be, dedi. İyi de niye hiç kimse duymadı bizden başka; ya da iplemiyorlar ne bileyim. İzmir depremleriyle zaten diken üstünde durur gibi yaşayan Şükrü bey, çok tedirgin oldu; ben de, yahu “Dağı var; ovası var; el alemin yuvası var”, Mevla’m verdi derdi (diyeceğim ama gurbeti biz kendimiz seçtik be üstat) çekilecek neresi var” diye mırıldandım; bir türküden esinlenerek. Yok, öyle kendine güvenmenin anlamı yok; bir depremle, özlediğin insanların gelip dua okuyacakları bir mezar taşımız bile olmayabilir; kaybolma riski her zaman var. Sıkma be canını kardeş, Atayurd deyip duruyordun, Anayurttan okurlar sana; deyince, evet, tabii ama buraya gelene kadar etkisi azalır; dedim. Azalır mı ki, sahiden?
Sonuç: Ve gene yenilgi; olsun, “Galip” sayılır bu yolda “Mağlup”
Ama iş bu satırları düzenli hale getirmem epey uzun sürdü ki bunu ne derecede başardığıma siz karar verin. Kendimle yeniden bir hesaplaşma, bir iç konuşma olduğu ve bunu gene başaramadığım ve yenildiğim için, bu gezi notunu yayınlamayı düşünmüyorum doğrusu. Nasıl olsa, ilk denememin başarısız kaldığını, Gazzali üzerine yaptığım çalışmanın önsözünde belirtmiştim. Sadece benzer yoğunlukları, sessizliğin ağır ve yıpratıcı sesini hep içerde duyan; ama bunu yansıtmamayı nasıl becerdiklerini hala anlayamadığım birkaç yoldaşa göndereceğim o kadar.  Ve tabii “Gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır/Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır/Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” avuntusuyla.
(Not: Yazım süreci: temel soruları ve noktalar üzerine düşünme.09.12-05: 02-04.30
Kademeli bir şekilde Gezinotu 13 olarak taslak metin hale getiriliş: 14/12/05
21.9.2012 tarihinde yeniden geldim Atayurda, gezi notları ile yeni izlenimleri yazdım. Ama 03/03/2013 tarihinde Martı Jonathan ile ilgili bir paylaşım okuyunca, bu gezi notunu yayımlayama karar verdim.)