İhvanü’l-Müslimin ve Münih Camii
Yarın arife, insanlarda bir telaş, bütün olumsuzluklara rağmen bayram hazırlıkları yapılıyor, ama ben “Bayram benim neyime, kan damlar yüreğime” türküsünü dinliyorum. Çünkü Müslümanlar içinde kukla/uydu adamlar oldukça ve kukla oynatıcısını kukla gibi gördükçe daha çok bayramlarımız zehir olacak, öyle gözüküyor!  Tedirginlik, hüzün var; çünkü İslam alemi yaşanan şiddete rağmen bayramı aynı gün kutlayarak kısa süreli bile olsa “bir dinginlik bilinci” bile oluşturamıyorlar! Ama umutsuzuluk yok, direnmek, her türlü koşulda yanlışa evet dememek için direneceğiz, çünkü bu bir varoluştur. Bu nedenle karşı okumalarımızı, Farid Farjad’ın “Gelinciğin hüznü” yorumu eşliğinde eleştirel bir şekilde yapmaya devam edeceğiz.
Münih’de önce Nazilerin, sonra CIA ilgilendiği ve Müslümanları psikolojik savaşın aygıtı haline dönüştürme projesi önemli oranda bir camii etrafında hayata geçirildi. İlginç olan nokta, bu camii ile İhvanü’l-Müslimin de yakından ilgileniyordu. Hasan el-Benna’nın sonradan damadı olan Sait Ramazan bu cami ile yakından ilgilendi.
Beni sarsan tespit şuydu: “2. Dünya savaşında İngilizler tarafından elde edilen belgelere göre, Müslüman kardeşler teşkilatı 1930 yıllarda Nazi ajanlarından para kabul etmişler. “ Gerekçe de Hasan el-Benna ile Kudüs müftüsü Emin el Hüseyni Yahudi karşıtlığı konusunda hemfikir olmalarıymış. (Münih: s.111-112)
Anayasamız Kur’an, yolumuz cihat, şehit olmak arzumuzdur” ilkesiyle hareket eden İhvan teşkilatının bu para alınmasında Yahudi karşıtlığındaki ortaklığın etkisi olması, kullanılma riskini devreden çıkarıyor mu? Hakikaten kukla/uydu insanlar, aslında kukla oynatıcısını tabiri caizse ketenpereye getirdiğini, onu kullandığını mı sanıyor, bu nasıl bir yanılsamadır ki? Düşmanımın düşmanı dostumdur mu deniliyor, yapmayın lütfen! Bu arada önceki yazıdan Hüseyni’nin Mende ile Kırım’da dini hiyerarşi kurma olasılığını inceleyen ve Naziler için savaşan Müslüman birlikleri denetleyen kişi olduğunu hatırlayalım. Öyle görünüyor ki, Kudüs müftüsü Emin el Hüseyni’nin görevi, Nazilerle işbirliği von Mende’ye dini konularda danışmanlık yapmanın ötesinde olup, onlar için asker toplamış üstelik amaçlarının doğru olduğuna dair fetva bile vermiş. ( Münih:s.114)  
İyi de günümüzde hala Gazza’ye yağan bombaları düşündüğümüzde kim kimi kullanmış oluyor. Ya da bu uydu insanları ilk hayata geçiren Almanya geleneğinin temsilcisi olan Merkel’in tutumu ne oluyor diye soracak olsak? Bu konuda küresel güçlerin tepkisi hep aynı! Neticede bölge Müslümanları Osmanlı sonrasında sürekli kargaşa ve zulüm altında, bu bir gerçek; çözüm önerisi olarak sunulan ve batılı güçlerle işbirliği içinde yapılan her eylem bölgeyi biraz daha istikrarsızlığa götürüyor!
Demek ki, her dönem küresel sömürgeci yönetimler İslam ülkelerindeki icraatlarına uygun fetva verecek uydu insanlar bulabiliyor! Dini değerleri önemsediğini söyleyen bu şahıs, küresel güçleri kullandığını iddia edecektir şüphesiz ki! Kukla’nın oynatıcısını kukla olarak görmesi gibi bir şey bu! Şeyh Huseyni’nin bir dönem Nazilerle işbirliği yaptığını bilen Fransızlar savaş suçlusu olarak tutukladılar. Ama İngilizlerin kargaşa çıkar tehdidine uyarak serbest bırakmalarından anlıyoruz ki, Nazilerin parlattığı adamın kullanımı artık İngilizlere geçmiş!  Huseyni ise her dönem iş yapan Yahudi aleyhtarlığı ile gerekli finansmanı bulmaya devam etmiş. (Münih: s.115)
Peki günümüzde Sisi ve Müslüman ülkeleri kana bulayanlar için fetva verenlerin durumu ne olacak? Zerre miktar haksızlığın olmayacağı ruy-i zeminde bu ve benzeri fetvaların ne önemi var ki? Hiç, çünkü orada “ama” ile devam eden cümlelerin meşruiyeti olmayacak ki! Bireysel hatalar ve günahlar için Rabbimin mağfiretine sığınmak mümkün, peki ya kolektif hatalar, katliamlar, züllümler için, ama ile başlayan cümlelerin bir anlamı olmayacak ki! “Halbuki İbn Hazm’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, “Düşmanını yakınında tutman ise, kendilerini felakette atan ahmakların yapacağı iştir. Kötülüğün en ileri derecesi de dostunun senin zulmünden emin olmamasıdır. İyiliğin en yüksek derecesi ise düşmanın kendisine zulmetmeyeceğine ve zulme terk etmeyeceğine dair sana güvenmesidir”
(İbn Hazm, Kitabu’l-Ahlak ve’s-Siyer: Aygün Akyol, Felsefe ve Tarih Topluluğu)
•         HASAN EL BENNA VE SAİT RAMAZAN

Eğer Müslüman kardeşler teşkilatı bir devlet kursaydı dış işleri bakanı Sait Ramazan olurdu, diyebilecek kadar etkin olan biridir. İhvanu’l-Müslimin kurucusu Hasan el-Benna’nın damadıdır.[1] 1951 yılında Karaçi’de toplanan Dünya İslam konferansının sekreterlerinden biriydi ve ilk işi laik Türkiye cumhuriyetine saldırmaktı. ABD ile ilk resmi teması da 1953 yılında Princeton üniversitesinde bir İslam toplantısında olmuştur. (Münih: s.117) aynı zamanda İslam hukuku alanında yazdığı doktora tezi en çok basılan kitaplar arasında yer aldı ve birçok dile çevrildi. (Münih: s.122)
 “Politik kışkırtıcı” tanımı bulunan bu şahıs, ya kendisi ya da bir elemanı tarafından von Mende’ye bilgi veriyordu. Bir keresinde gönderdiği elamanın söylediklerimizi zaten biliyordu demesi ilginç olan nokta mı?(Münih: s.124) Herhalde kendilerini zeki sananlar, kukla oynatıcısının zekasını hafif alıyor olsa gerek ki, bunu diyebiliyor! Verdiği bilgilerin kontrol edildiğini düşünemeyecek kadar aptal ya da tek bilgi kaynağının kendisi olduğunu düşünecek kadar zeki olduğunu düşünüyor galiba!
CIA dosyaları kapalı olduğu için Sait Ramazan hakkında bilgilere ulaşılamıyor ama Avrupa’da Dreher ve Amcomlib’in bu şahsa her türlü politik ve mali desteği sağladığı belirtilmektedir. (Münih: s.128-130, 132)  İşte bu durumlarda ortaya konulan eylemler son tahlilde kimin işine yarıyor diye sormak bu gibi hususlarda işe yarar. Bu durum da Sait Ramazan’ın ajan kışkırtıcı olarak kullanıp kullanılmadığını Hasan el-Benna üzerindeki etkisini bir de bu bağlamda düşünmek gerekiyor. Küresel güçlerle işbirliği, onlar benden; ben de onlardan faydalanırım mantığı ile ortaya konulan eylemler sonucunda Müslümanların arasındaki birlikteliği mi artıyor, yoksa karşı operasyonlara daha açık hale mi geliyoruz?
Bu noktada yıllar önce romanını okuduğum ve 1971 Münih olimpiyatlarının Filistinlilerce basılması ve 11 İsrailli sporcunun öldürülmesini anlatan Kara Eylül örgütü aklıma geldi. Eylemleri gerçekleştiren ekibin lideri Ebu Nidal’in (Sabri Halil el-Benna) Mossad tarafından devşirilmiş bir ajan kışkırtıcı olduğu 20 yıl sonra ortaya çıkmış. Aynı örgütün 1986 yılında İstanbul’da Neve Şalom sinagogunu da bombaladığını hatırlayalım. Özellikle Münih baskınından sora Mossad’ın bütün laik Filistinli liderlere karşı bir sürek avı başlattığını düşünecek olursak, bu örgütün kimin değirmenine su taşıdığı da ortaya çıkmış oluyor. (Halid.2001:104-108, 121) Tabii bu arada bazı romanların da gizli servisler tarafından servis edildiğini de unutmamak gerekiyor, diyerek iğneyi bir kez daha kendime batırıyorum ve “uyanık ol” diyorum! (aynı eser, s.349)[2]
•         Münih’te Özgür Radyo

Nazilerin kurduğu “Ostministerium” ne kadar cazip bir kuruluşsa, ABD de Sovyetlere nüfuz edecek anahtar teslimi operasyonlar yapacak ekip kurmak için Von Mende ve adamlarını firesiz bir araya getirmek için Frankfurt’ta önemli bir toplantı yapar. (Münih: s.61)
Amerika ayrıca 2. Dünya savaşı sonrasında Münih’in varoşunda bir radyo kurar. Bu radyonun amacı, Sovyetlerden göç etmiş demokratik unsurların anavatanlarındaki hemşerileri ile tema kurabilmelerine yardımdı. (s.47) Tabi ki Sovyet muhacirleri tarafından idare edilmiyordu, iyi niyetli Amerikalılarca da finanse edilmiyordu. Sovyetler Birliğini yıkmayı hedef almış bir CIA kuruluşu olup, Mende’nin Ostministerium ekibini bir araya getirilmesinden ibaretti. (s.48 vd)
•         Doğruyu yayınlama adına yalan söylemek

Radyo “Propaganda yalan olmamalıdır, ne kadar gerçek veya gerçeğe yakın olursa başarılı olma ihtimali de o kadar yüksektir” ilkesine göre çalışıyordu.  Çalışanların çoğu bir grup ilgi çekici muhacirlerle çalıştıkları, güzel geziler yaptıkları günler olarak tanımlıyor radyodaki anlarını, diyecek olursak, amacı kamuflenin ne kadar başarılı olduğunu görebiliriz. Doğruyu yayınlama adına yalan söylemek, garip bir duygu diyor kıdemli müdür Gene Sosin. (Münih: s.53)
Bir akademisyen olarak beni ilgilendiren husus bunun nasıl yapıldığı ile ilgili oldu: Bunu okuyunca ne kadar dikkatli olmamız gerektiği yazılan her yazının, yapılan her konuşmanın son tahlilde kimin değirmenine su taşıyacağını da unutmamak gerekir diye düşündüm:
Şöyle ki: Sovyet Eğitim uzmanı olan bir profesöre, bir fondan burs sağlanıyor ve Moskova’ya gidiyor, dönüşte Radyo söyleşi yapmak istiyor. Profesör bursun CIA tarafından desteklenen bir fondan olduğunu anlıyor ve röportaj vermeyi reddediyor, bunun üzerine Sosin, “Kendi insanımıza yalan söylerken Sovyet insanına gerçeği söylediğimizi iddia etmeyi çok da normal bulmuyorum” diyecektir. ( Münih: s.53)
Von Menden’in teşkilatında görev yapmış olan muhacirler, Özgür Radyo’nun yanı sıra İngiliz M16 tarafından desteklenen ve temel hedefi Sovyetlere karşı savaşmak olan İskoç ligine katıldıklarını söylersek, durumun karışıklığı iyice ortaya çıkar. Sultan Garip’in daha sonra yine İngiliz kuruluşu olan Anti-Bolşevik bloğu ülkeleri adında daha sağlam bir teşkilatın kurulmasına ön ayak olduğunu da unutmamak gerek. (Münih: s.56-57) Nuretttin Namangani ve İbrahim  İbrahim Cacaoğlu her dönemde önde gelen isimlerden ikisiydi. (Münih:s.72, 80)
•         Mekke’de Gösteri

1993 yılı şubat ayında umre ziyaretindeyken İranlı hacıların sloganlı protestoları ve ibadetlerini görünce şaşırmıştım. Sonra baktım ki dünyanın her yanından Müslümanlar geliyor ve propaganda için en uygun ortam burası. Bunu hatırlatan ise kitap da okuduğum şu satırlardı:
“Sovyet doğumlu, Almanlara esir düşünce Nazilerle işbirliği yapıp eğitilmiş kişilerin daha sonra ABD tarafından devşirilmiş olmaları ve aynı işlev için kullanılmalarıdır.  CIA destekli Rusi Nasır ve Hamiş Raşit, kara propaganda yapıyorlar ve üstelik de Türk olduklarını iddia ediyorlar.” (Münih: s.71)
Bu eylemlerin dünyaya duyurulması Time ve New York Times neşriyatlarında geniş haberlerle yapıldı: Tabii Sovyetlere duyulan nefretin simgesi olarak sunuldu. Bu aslında üçüncü dünya diye nitelendirilen alanda SSCB’ye saldırı politikasının bir bölümüydü. Bu eylemi deşifre eden de Von Mende idi. Çünkü gösteride kullanılanları bir zamanlar kendi de kullanmıştı.
Bu sefer çuvaldız bize: Ah Akademisyenler Ah
Mıknatıs yöntemi ile radikal eğilimli gençleri toplamak için şiddet hareketlerinin nasıl teşvik edildiğini, yöntemlerin hem orada hem de maalesef Türkiye’de nasıl benzerlik gösterdiğini görmek insanın yüreğini burkuyor. Beni bir akademisyen olarak iyice geren nokta ise filozofların da bu eylemlerde kullanılmasıdır. Örneğin Frankfurt ekolü diye okuduğumuz sol felsefe geleneğinden Herbert Marcuse aslında SHAPE’nin CIA bağlı İstihbarat Araştırma Bürosu Orta Avrupa Bölümü istihbarat analizcisi olarak çalıştığını duymak, aynı dönemde Dr. Henry Kissenger’in de aynı mekânlarda çalıştığıdır.
Akademik olarak medya tarafında ünlendirilmiş “Tek Boyutlu İnsan” eserinin aslında bir yüzyıl önce anarşizmin kurucularından olan Max Stirner tarafından eksizsiz bir şekilde yorumlandığını öğrenmek, yine M.Foucault’dan da bu anlamda gizli bir gündemi olabileceğini öğrenmek içinde bulunduğumuz ortamın vahametini iyice artırmaktadır. Bu da gösteriyor ki, komplo teorisi diye sunulanlar da aslında bir eylem biçimidir. Bunları “karşı-devrimci bir praxis” olarak da görülebilir. Halid Özkul, Devlet Terörü ve Ajan Provokatörler: Gizli Ordular. Destek yayınları, İstanbul. 2011, 52 vd, 75, 86)
Belki bu kaygılardan dolayı Karl Marx, Felsefeciler şimdiye kadar dünyayı hep değişik yorumlamışlardır, artık dünyayı değiştirmeye sıra gelmiştir” demiştir.  Karl Popper ise bu tarihsicisi/küresel düzenin tamamen yıkılarak yeniden inşa edilmesi üzerinde durduğunu söyler. Totaliter/küresel söylemler yerine güçlü siyasal yapıların farklılıklarını kendi tarihselliklerini yansıtacak projelerde çalışması gerekir. (Parag Khanna, 13-238)
Bunu yapmak yerine hala birbirlerinin kırmızı çizgilerini test ediyorlar, bizim ise böyle bir çizgimiz de kalmadı test edilecek! Tarih felsefesinde tarihsilik ile tarihsellik arasındaki farkı anlamayınca, daha doğrusu felsefeyi ilahiyatlardan budamaya çalışınca, kendi özgün ve özgüllüğümüzü, tarihselliğimizi yeniden üretme imkanımız da ortadan kalkıyor, tarihsici/totaliter/küresel söylemlere tabii oluyoruz da buna yanıyorum!
Sonuç:
İslam dünyasında sürekli istikrarsızlık halini yaratan eylemlere baktığımız zaman çıkan çatışmalar, bölge halklarının değil de, tersine emperyalist çıkarlara meşruiyet sağladığı bir gerçek. “Yeni Selefilik” adı altındaki güncel dinsel şiddete dair tespitlerin ardından, yakın dönem de yayımlanan istihbarat bilgilerine dayanarak hazırlanan uydu insanlar yazı dizisini bayram öncesi buruk bir şekilde bitiriyorum. Bayram bizim neyimize, kan damlar yüreğimize, çünkü Müslümanlar birbirini öldürüyor.
Eğer Türkiye, bu mezhep savaşı altında meşruiyeti sağlanan çatışmalara fiilen girerse,  bölgedeki tek laik sosyal bir hukuk devleti olarak demokrasi yolundaki istikrarını korumaya çalışan yapı da çözülmüş olacaktır. “Yeni Türkiye” diye sunulan projede Güney Kürdistan ve/ya Irak ile Suriye kuzeyinde kurulacak Kürdistan’ın federasyon şeklinde Türkiye’ye bağlanma çabaları ve başkanlık sistemine geçiş ile buna meşruiyet sağlanmaya çalışılıyor. Bu aslında “Neo-Osmanlı” diye sunulan ve akademik ortamlarda, üniversite salonlarında oldukça insanın ruhunu okşayan “Şanlı Tarih Sendromu” olarak gözüküyor, maalesef. Ortadoğu’yu asla bataklığa çevirmelerine izin vermeyeceğiz diye yer gök inletiliyor, ama tarihe baktığımız zaman 1916-17 Sykes-Picot gizli anlaşmasından itibaren bölge böyle. Suriye ve Irak’daki son çatışmalar, İsrail’in Gaze’ye hiçbir değer tanımayan saldırıları ile oluşan ortam, bataklık değil de nedir?
Ortadoğu üzerinde oynanan oyunlara, günümüzde Afganistan-Pakistan hattını da ilave ettiğimizde Yeni Türkiye ve Başkanlık sistemini gerektiren federasyonu, Yeni-- Osmanlıcılık olarak sunmak reel politik de ülkemiz lehine olacak gibi gözükmüyor! İŞHİD belasının manevi/dini temelleri yok etmesinin yanı sıra ülke ekonomisine verdiği zararlar gittikçe artıyor.[3]
Bunu gören TOBB uluslararası alanda çözüm önerileri arıyor, görüşmeler yapıyor. Sayın Hısarcıklıoğlu da İslam dünyasında selefilik, İSHİD ve benzeri örgütlerin yaptıklarının ‘Selefilik’ ile İslam dininin karıştırılmaması gerektiğini belirtmişler. Bu eylemler sonucunda bütün Sünnileri bir görüyorlar. Selefiliği ve bunun Sünni İslam’dan farkını mutlaka Amerikalılara anlatmamız lazım.” diyor.[4] Da; bu örgütlerin ve arkasındaki patrimonyal/kabileci zihniyetin ürünü olan devletlerin bu küresel güçlerin kuklası olduğunu sanıyorum mecburen pas geçiyor. Çünkü İngiltere, Fransa ve Rusya 1917 itibaren, 1948 itibaren de ABD bölgedeki hanedanlık ve totaliter yapıları desteklemişlerdir.
Bunlardan yılgınlık oluşunca Arap baharı adı altında vizyon yenilemesi denemişlerdir. Demokrasi ve insan hakları adı altında enerji havzalarına yönelik operasyonlarla insanlar, temel hak ve özgürlüklerinin sağlanacağı umudundayken, şimdi can derdine düşmüşlerdir, velhasıl bölgede durum daha da vahimleşmiştir.
Bunu ağır ve olumsuz bir tespit olduğunu düşünenlere 1910 yılında Osmanlı karşıtlığı için bağımsızlık sözü verilen Araplara 1916 gizli antlaşmasıyla bir şey verilmediğini, bölgenin kabile ve mezhep ağırlıklı bölündüğünü hatırlatmak isterim. “Yeni Selefilik” dediğimiz zihniyetin o dönemde “Vahhabilik” adı altında çıktığını sürekli vurgulamamız da bu bağlamda düşünülmekledir.  1940 yıllara göre bu sömürünü devam ettiğini, 1950 li yıllarda milliyetçi söylemin ortaya çıktığını; Nasır, Esed, Kaddafi ve Saddam gibi totaliterler çıktığını, bunların demokrasi yerine farklılıkları daha da bastırdığını hep gördük.
Mevcut mezhep çatışmasını besleyen Suud ve Körfez ülkelerindeki kabileci cahili yönetimi ise zaten biliyorsunuz. İŞHİD halifeliğinin klasik “İmamlar Kureyş’ten olur” söylemi ile bunu devam ettirdiğini, Türkiye’de halifelik sevdasında olanlara hatırlatılır bu gelişmeler! İnsanların tarağın dişleri gibi eşit olduğunu, çalışanın iş sahibinin yediğinden yemesi gerektiğini, işçinin alın teri kurumadan emeklerinin karşılığının verilmesini isteyen Peygamberi söylem ile körfez ülkelerinin en alakası vardır?
Bu bağlamda Hindistan, Körfez ülkelerinde yerel nüfusun beş katı olan Hintli göçmen isçilere siyasi haklarının verilmesini isterse, Arap monarşilerinin durumu ne olacaktır? (Parag Khanna. Dünya Nasıl Yönetilmeli: İstikrarsız dönemde Yeni Diploması, Destek yay. çev. Mert Akçanbaş, İstanbul.2011, s.27, 102-110) En çok sömürülen Endonezya, Singapur ve diğer uzak doğu ülkelerindeki köle işçilerin  yanı sıra Mısır ve Yemenli Arapların konumu ne olacaktır? Yani kölelikte din, dil, ırk ayrımı gözetmiyor bu yönetimler, Peygamberimizin Veda Hutbesiyle kaldırdığı bütün haksızlıkları aynen yapmaya devam ediyorlar.
Velhasıl kanaatim, Avrupalı güçlere ilaveten kadim SSCB ve yeni temsilcisi Rusya ile 1948 itibaren ABD de bölgede etkinliğini düşündüğümüz zaman Yeni Türkiye projesiyle ülkemizin de diğer Arap ülkeleri konumuna düşme riski oldukça yüksek gözükmektedir. “Orta Doğu ve Güney Orta Asya gerçekliklerini reel politik içinde okumak gerekmektedir” Diyeceğim, sıfır sorun derken, sırf sorun oldu etrafımız ve (nasıl oluyorsa= değerli olduğu iddia edilen uluslararası bir yalnızlığa gömüldük, gitti.  
Not. Bir Hayalim Var! Gün Gelecek Müslümanlar Aynı Gün Gerçekten Bayram Yapacak! Evet; Bir Hayalim Var”” Gün Gelecek Bütün Yurttaşlarımızla, Irk; Dil, Din, Cinsiyet Ayırımı Gözetilmeksizin Kardeşçe Yaşayacağı BİR TÜRKİYE yaşayacağım. 26/07/2014. Çorum