HEDEF HER ZAMAN ENERJİ; MÜSLÜMANLAR BATI İÇİN “KIYI MEVZİ”
Durum Tespiti: 
Dünyada her yüzyıl da en az bir savaş çıkar; ardından “sürekli bir barış sağlamak” için çalışılır.  Napolyon Fransa’sının yenilmesinden sonra 1814 yılında Viyana’da Avrupa’nın yeni siyasi haritasını çizmek için altı ay uğraşılmış. I Dünya savaşından sonra 1919 yılında Paris’te Fransız, İngiliz, İtalyan ve ABD diplomatlar, silahsızlanmama, toprak değişimi, savaş tazminatları ve kolonilerin dağıtılması için pazarlık eden bu adalar, tekrar savaş çıkana kadar dünyayı kontrol ediyor gibiydiler. Ortadoğu, Uzakdoğu, Yakın Doğu gibi isimler de o dönemde verildi, “önceleri yoğidi, iş bu rivayet yeni çıktı!” 
1917 Skeykes-Picot antlaşmasına isim verenler ise bu dörtlünün altında görev yapan biri İngiliz, biri Fransız bürokratının isimleridir. Osmanlı topraklarının paylaşımına dair gizli anlaşma Rusya’nın onayıyla yapıldı ama 1917 Bolşevik devriminden sonra Lenin bundan vazgeçti ve dünyaya açıkladı. Tabii 1910 yılında İngilizlerin Araplara verdikleri bağımsızlık sözlerinin de bir anlamı olmadığı ortaya çıktı. Burada önemi olan mezhep farklılıklarına göre düzenlemeler olduğunu gözden kaçırırsak, bugünkü çatışmaları anlamak mümkün olmaz. 
II Dünya savaşından sonra ABD başkanı Roosevelt, “Avrupa Uyumu” düzenini küresel olarak oluşturmaya çalıştı. Bu istikrarı sağlayacak dört polis olarak da ABD, SSCB, İngiltere ve Rusya olacaktı. Bunların denizlerde dahil yeryüzündeki doğal gaz ve petrol mücadelesini, küresel düzenin yıkıldığın ve yakın gelecekte ABD ile Çin’i savaşa çekecek çatışmalar beklendiğini de hatırlarsak, bölgemizi rasyonel analizler yapabiliriz. 
Bu bağlamda 2. Dünya savaşı döneminde Müslümanları psikolojik savaşın aygıtı haline getirerek politik bir silah olarak kullanma fikri, Naziler tarafından ortaya atıldı. Naziler, soğuk savaş yıllarında komünizme karşı özellikle Sovyetlerdeki Türkleri politik bir araç olarak kullanma burada hayata geçirildi. Araplara yönelik faaliyetlerde de bulunuldu. 2. Dünya savaşında Almanya’nın yenilmesiyle CIA ve MI6 gibi gizli servisler, Almanya’nın devşirdiği elemanları aynı amaç doğrultusunda istihdam etmeye devam etti. O sıralar savaş esnasında Almanya’da Türk öğrencileri temsil etmek üzere bir cemiyet kurulduğunu, Pan Türkist öğrencilere yardım etmeyi hedeflediklerini söylersek, Münih hakikaten bütün örgütlerin cirit attığı bir yermiş, denilebilir. 
Özellikle konumuz açısından önemli olan 2.dünya savaşı sonrası Almanya’sını düşündüğümüz zaman Avrupa İttifak Güçleri Yüksek Başkomutanlığı (SHAPE) kararıyla 1946 yılında Alman Sosyalist Öğrenciler Federasyonu (SDS) kurulduğunu, ardından 1968 gençlik hareketleri diye tanımlanan olayların arka planında etkin rol oynayan sosyalist teşkilatların nasıl her yerde birden ortaya çıktığını araştırmak gerekiyor. 
Münih İslam Merkezi adı altında bir cami kuruldu 24/8/1973 yılında camii açıldı ama anahtarı Hasan el-Benna’nın damadı Said Ramazan imama teslim edecekti, etmedi. Neler olmuştu da projeden ayrılmış ve komisyondan da atılmak üzereydi? Bunun üzerinde duralım ki, ileriki sayfalara alt yapı olsun. 
“Politik kışkırtıcı” tanımı bulunan Sait Ramazan oldukça etkin bir kişilik olduğu için Münih Camii projesinde ciddi bir rakibi de yoktu. Ürdün, Suudi Arabistan, Türkiye ve Pakistan’a ziyaretler yaptı ve bağış sözleri aldı. Ama bu proje temelde von Mende’nindi; fakat sonraları ABD ilgilendiği için işler iyice karıştı galiba. (Münih: s.153-164) Bu süreç Afgan direnişçilerinin silahlandırılması ve 11 Eylül olayını buraya yönlendirirken çok az kişi, esas prototipin Münih olduğunun farkındaydı. (Münih: s.172)
Suudi Arabistan merkezli Rabıtatu’l-alemi’l-islami Camii kurmada oldukça etkin rol oynamıştı, dolayısıyla görünüşte Suud hakim olmuştu.  Zaten İhvan içinde çoğu kişi de bu ülkeyle doğrudan irtibat içindeydi.  Şimdi aynı ülkenin Mısır’da İhvan karşıtlığını bu bağlamda yeniden düşününüz lütfen! 
Sait Ramazan Rabıta kanalıyla verilen paralara direnmiş ama bir süre Suud pasaportunu kullanmakta bir sakınca görmemişti. Sonra Pakistan pasaportu kullanmaya başladı, (Münih: s.175-176) deyince bu şahsın kaç pasaportu olduğu sorusu akla geliyor? Cami ile ilgili önemli bir hususta, Almanya’da yaşayan Türklerin sadece ibadet edebilecekleri ve para bağışlayabilecekleri ama yönetime katılamayacaklarına dair karar alınmasıydı. (s.180)
Müslümanların politik kullanımının mimarı
Bu kişi Gerhard von Mende’dir. Mende, 1933 yılında Sovyetler Birliği’nin kırılgan etnik yapısını gösteren eseriyle doktorasını verdi. Tezinde SSCB ciddi bir şok ile karşılaşacağı, buradaki Türk boylarının bağımsızlıklarını kazanması için dış desteğe ihtiyaç duyacağını söylüyordu.  Bağımsızlıklarını kazandığı zaman da sadece petrol ve gaz gelirleri ile yaşayan işlevsiz diktatörlükler olacağını belirtmesi de ilginç. (s.28-29) Bu adamın ülkemizde gerçek bir Türk dostu olarak sunuldu. Kitap 1966 yılında Komünist Blokta Milliyet ve Mefküre başlığıyla Ankara’da yayımlandı. (Çeviren: Fethi Tevetoğlu, Aziz Alpaut )
Hedef her daim enerji:
Nazi Almanya’sının hedefi Azerbaycan’daki petrol üretim merkezlerini ele geçirmekti. Ama Kafkasya sömürgeleştirilmeye hazır değildi, o halde yapılacak olan, bağımsızlıklarını kazanmasına yardımcı oluyor gözükmekti. Bunun için savaş zamanda Stalin’in zulmünden kaçanları eğiten Türkler ile ilgilenildi, içerden karşı bir güç oluşturuldu. Daha sonra komünizme karşı mücadele de ne kadar önemli oldukları keşfedilecekti. Almanya’da istihdam edilen bu gençler, Batı için bir kıyı mevzi olarak düşünülecekti. (Münih’de Bir Cami: s.21)

Bu bağlamda Almanya resmi politika olarak İslam’ı kucaklayacak politikalar geliştirecek Ostministerium adında bir yer kurdu. Başkanlığı da Hitler’in eski bir arkadaşı olan Alfred Rosenberg’e verilmişti. Burada görev yapanlar, daha önce Sovyet karşıtı bir hareket olarak kurulan Prometeus (insanlığın iyiliği için Tanrı Zeus’a karşı çıkan kahraman) örgütünün üyeleriydi (s.35) ve çoğunluğu Türk kökenliydi. Ali Kantemir, Garip Sultan, Veli Kuyyum gibi isimler bu merkez de hemen görev aldılar.
Almanya’nın yenilmesiyle CIA da Müslümanları organize etmeye çalışırken aynı yapı ve oluşumu kopya etti. (s.36) Çünkü hedef her daim enerji üretim ve arz merkezlerini kontrol etmek ve sömürmekti. Hazar bölgesindeki zengin rezervleri düşündüğümüz zaman bu devşirilmiş ve devşirilmekte olan elemanların önemini her daim koruduğunu anlıyoruz. Türkmenistan’dan yola çıkarak Afganistan üzerinden geçen Pakistan limanlarından Arap denizine ulaşan petrol ve doğal hattını düşündüğümüz zaman bölgenin niçin sürekli istikrasızlık halinde bulundurulduğu anlaşılmaktadır. (Özkul: s. 288-290) 
Müslümanların politik ve psikolojik savaş aygıtı olarak kullanarak uydu insanlara dönüştürme fikri CIA tarafından daha organize yapıldı. 1954 yılında Bilim Güvenlik komisyonu (NSC) Sovyetler Birliğine karşı gerekli görüldüğü zaman dini/ruhani kaynakları harekete geçirme kararını resmen almıştı zaten. (Münih:s.74-75) Önceden muhacir grupların çoğu Mende’nin kontrolü altındaydı, ama zamanla ABD onlara nüfuz etmişti. (Münih: s.97) CIA önce Mende’yi devşirmeye çalışmış, başaramayınca ona karşı harekete geçmeye karar vermişti. (s.98) 
Von Mende, Sovyet gulağından kurtulmuş, bir SS bölüğünde imamlık yapmış Nurettin Namangani’yi Münih’teki Müslümanları hizaya sokacak ideal kişi olarak düşünür. Çünkü resmen maaşlı ve Almanya için çalışan bir görevlidir.(s.99-102) Namangani, bu caminin sadece bir ibadet merkezi olmaktan öte İslam’ın gerçek bir dostu olarak gördükleri Almanya’da dini ve kültürel bir merkez olması gerekiyordu.  Politik açıdan akıllı bir hareketin merkezi olacaktı bu camii.
Yardımcı olarak seçtiği isim ise oldukça ilginç, beşinci ve en tanınmış Abbasi halifesinin ismini alan Hârûn er-Reşîd ismini alan Wilhelm Hintersatz, Bu adam sonradan (1917) Türk kurmayında çalışmış, 1944 yılında Sovyetlere karşı çarpışması için kurulan Türk birliğinin komutanı imiş. (Münih: s.104-105) 

Bu arada çuvaldızı tespit ettik, ama iğneyi kendimize batırmamız gerekir: Kendilerini asla ve asla Sovyet olarak nitelendirmeyen etnik kökenleri ve boyları ile nitelendirenlerden (bazıları ise sadece Müslüman terimini tercih ediyordu) bir birlik oluşturma fikrinin iki Türk generalden gelmiş, Almanlar da bunu uygulamışlar.  (s.23) Sahi biz o dönemde savaşta taraf değildik, değil mi? Ya da Çanakkale savaşları ve 1. Dünya savaşında Almanya’nın bizdeki etkilerinin sonucu da olabilir mi? Bir soru daha bu etkiler (İngiliz, Alman ve ABD) hala ne boyutta devam etmektedir?

Tekrar kitaba dönersek, Von Mende, hakikaten yardımsever miydi, yoksa bir kukla oynatıcısı mı, bu çoğu kez birbirine karışıyordu. (s.65) Mesela Hayıt’a Türkistan üzerine kitaplar yazması ve bu konuda doktora yapması için yardımcı olmuştur ama aynı zamanda örtülü operasyonlar da kullanmıştır. Benzer ilişki, Veli Kayyum da vardır. Boşboğazlığı ve paraya doymazlığına kızsa da bir işveren olarak onunla ilişkisini düzenli kılmıştır. Kayyum da onları kullandığını düşünüyor, maaşı alıyor, ama ayrıntılı ve işe rapor vermiyor. Mende’nin önceki hizmetlerinden dolayı görevde tuttu deniliyor.(s.66) Veli Kayyum, Almanya’yı övmeyi o kadar ileri götürmüştü ki, Almanya’nın düşmanlarını Türkistan’ın düşmanları olarak görüyordu. Teşkilatın desteği ile Türkistan Milli Birlik Komitesi kurmuş, kongreler organize ediyordu. (s.40) 
Ülkelerde Entegrasyon Niçin İstenmez!
Üzücü olan bu muhacirlerin Batı toplumuna tam olarak entegre olması da istenmiyordu; çünkü uyum ve bütünleşme sağlanırsa kominizim karşıtlığında kullanılma ihtimalleri ve değerleri azalabilirdi. Aslında asıl fikir, sadece Sovyetler birliğindeki Müslümanlar için değil, dünyada büyük Müslüman halkları etkilemek için bu insanları kullanmayı hedeflemeleriydi.(s.70)
Bu tespiti, Almanya ve Avusturya’da Türkler ve Cumhurbaşkanlığı seçim çalışmaları sonrasında yaşanan tartışmalar veya ülkemizde etnik ve dinsel ya da mezhepsel farklılıkların bir kilim deseni veya gökkuşağı gibi görülme ihtimalinin sürekli sekteye uğratılmasıyla kimlerin değirmenine su taşınır sorusu bağlamında inceleyebiliriz. Şimdi Veli Kayyum ve ardından Sait Ramazan gibilerin düzenlediği İslami kongreler veya Halifelik sempozyumlarını yeniden düşünelim mi?
İslamcı  Seminerler ve Molla Mektepleri
Savaş sırasında Müslüman bir kimlik oluşturabilmek için üst düzey liderlerden icazet alarak İslamcı seminerler düzenlendi. 1944 yılında Türkoloji uzmanı Benno Spuler’e Göttingen ve Dresden’e molla okulları açtırıldığını söylersek, enerji havzalarına yönelik Müslümanları kullanma projesinin tarihsel temelleri iyice belirginleşir. Buradan yetişenler tabii ki sürgündeki hükümetler için savaştıklarını iddia edeceklerdi.(Münih: s.41-42)
Kudüs Müftüsü’nün Kırım Tatarlarının Başında Ne İşi Var?
O dönemde devşirilen inanlardan birisini de sonraları Kudüs Baş Müftüsü olarak göreceğimiz Emin el-Hüseyni imiş. Bu şahıs, Hitler ile tanışmış, Filistin karşıtlığını desteklemek için Nazilerden yardım almış ve Münih’te bütün İslamcı gruplarla görüşmüş. Buraya kadar Filistin üzerinde politikaları açısından başka ne olacaktı, diyebilirsiniz. Ama Mende, Kırım Tatarlarının başına Hüseyni’yi niçin getirdi diye sormak gerekmez mi? 
Mende’nin gerekçesi ülkesi açısından oldukça rasyoneldi: “İslam dünyası bir bütündür, Almanlar için Müslümanların doğuda atacağı adımları bütüncül düşünmek gerekir; dolayısıyla Almanların tüm Müslümanlar neznindeki konumuna zarar vermeyecek şekilde olmalıdır” (Münih: s.41) 
Hülasa olarak bu durumda, kukla konumunda olup, kukla oynatıcısını kukla sanan uydu insanlara ne demeli? Bunların bölgemizde işlenen kolektif suçlara olan katkısı ne olacak? İşte bundan dolayı, yerli/milli/dini değerlerimizi, tarihselliğimizi felsefi öncüllerimizi rasyonel ve eleştirel bir tarz da okuyup, Anadolu ve insanını önceleyen bir siyasetle pratiğe aktarmak gerekir, diyoruz. 
(Gelecek yazı: İhvanü’l-Müslimin ve Münih Camii)