Bir mümin aynı delikten iki kere ısırılır mı? Isırılmaması gerek değil mi? Ama bana öyle geliyor ki, iki değil çoğu kez ısırılıyoruz. Niye? Zekamız da bir sorun mu var , balık hafızalı mıyız? 
Türkiye’de nevruz, baharın gelişi, yeniden diriliş, doğanın, insanın yani fıtratın canlanmasını yüzyıllarca neşe ile kardeşlik ile kutlamışımız. Her tarafı baharın renklerini simgeleyen simgelerle doldurmuşuz, sonra anayurtta bir haller olmuş, renkler yüzünden birbirimize düşmüşüz, her 21 Martta yüreğimiz ağzımıza geliyor. 
İki kez Atayurt’ta baharı karşılamak nasip oldu, burada tam tersi (gibi) resmi tatil oluyor, sümelek (sumolog) kaynatılıyor, 12 saatten fazla süren bu işlem sırasında sohbetler ediliyor, oyunlar oynanıyor, şarkılar söyleniyor. 2006 yılında Oş ilahiyat fakültesinde ve bu sene yine yaptık. Zaten bunların çoğunu an ve an paylaştım gönül dostları ile. 
BARIŞIN KARDEŞLİĞİN SİMGESİ: SUMELEK
Tekrara gerek yok ve gezi notu yazmaya ihtiyaç kalmadı diye düşünmüştüm. Ama, işte aması var,  tıpkı “gibi” ifadesini açıklama zarureti hasıl oldu. TRT Avaz sayesinde bütün Asya da kardeş, akraba ve komşu topluluklardaki nevruz kutlamaları canlı yayın olarak verilirken, Atayurt’ta sumelek gibi saatler/yüzyıllarca süren bir ameliye ile artık içli dışlı olmuş, gökkuşağının renkleri, kilimin desenleri gibi bir bütünlük arz eden kardeşliğe halel gelmek üzere. Resimlerle an be an bunun hazırlanışını gönderdim Anayurtta, ama gelen sorular karşında hazırlanışını da yazayım bari:
Sumolok veya sumelek, on gün önceden buğday seriliyor, her gün bir kez su veriliyor, kıvamı önemli, altı beyaz üstü yeşil olacak. sonra kesilip kıyma makinesinden geçiriliyor, güzelce süzülüp suyu çıkarılıyor. suyu ile undan çorba gibi yapılıyor, kazan da yağ kızdırıldıktan sonra yavaş yavaş dökülüyor, içine ufak taş parçaları ve ceviz konuluyor, dibe tutmasını engellemek için. Sonra sürekli karıştırılıyor, bu arada gençler şarkılar söylüyor, eğleniyor. Sabah saat 9 da başladık, geçe 02 bitti, üzeri kapandı demlendi, ertesi sabah yani 21 mart günü saat 9 da açtık. 
Harika bir tadımlık, açarken baharın bereket getirmesi, kardeşlik ve huzuru artırması için dua ediliyor.  Atayurt’ta öğle olmak üzere, TRT Avaz'da Taşkent nevruz kutlamalarını izliyorum. Türkiye kanallarına bakıyorum, herkesin yüreği ağzında:( burada kardeşlik, renklilik, barış, dirilişin simgesi olarak kutlanıyor, ülkemde ise gerilim unsuru:( ins. bir gün Diyar-ı bekir, Ankara ve istanbul'da böyle kutlanacak, kardeşlik, barış bayramı olarak..
Tekrar aynı delikten bu sefer atayurttaki kardeşler ısırılacak gibi gözüküyor. Anayurt olarak bu sendromu atlatmaya çalışıyoruz ve epey de başarı sağlandı, ama şimdi  Nevruz, dinde yok, şirk, ne yapıyorsunuz diyenler Atayurt’ta çoğalmaya başladı. Kendileri yan fakültede sumelek kaynatıyor, sesli müzik ile eğleniyor, ama ilahiyatta kaynayan sumeleği ne oluyor siz ne yapıyorsunuz, şu grup bunu söyledi, bu grup bunu söyledi, diye gençlere baskı yapmışlar.  
Aman ha, söz dalaşına girmeyin, hiçbir şeyin anti tezi olmayın, biz dini sahih kaynaklarından öğreniyoruz, ama sosyoloji ile toplum yapısını, psikoloji ile insanımızın fıtratını, yeteneklerini analizi öğreniyoruz. Felsefe tarihi ile insanlık birikimini, İslam tarihi ile bölgedeki yapılanmayı, dinler tarihi ile diğer dini yapılar ve grupların öğretilerini burhan yöntemi ile analiz ediyoruz. Tikel/yerli/milli değerlerimizi tümel/evrensel değerler ışığında okuruz deyin diye tembihledim. 
Televizyona kutlama mesajı verdik, geldi görüntüler aldı, talebelerime söylediğimi orada belirttim, İslam tarihi hocamız Ali bey ayrıntılı bilgi verdi. Sonradan öğrendim ki, müftü bu dini değil, bu dine ait olanlar kutlama yapabilir demiş, ama biz de örfi olarak kutlayacağız diye kendisiyle çelişmiş, ee tabii felsefe okumayınca, olacağı bu. Beni üzen bir Türk grubunun da adı geçmesi ve onlara da danıştık,  kutlanmaz küfür diyorlar dediler, hiçbir cedelleşmeye girmedik.  Ama ben bir Türk grubunun buna böyle diyeceğini sanmıyorum, bu başka bir uslup, bizi maniple etmek isteyebilirler kanaatindeyim.
TENGRİCİLİK
Tengricilik diye bir akım var, yani İslam öncesi öğretileri önceleyen ve kısmen de Şamanist yapı ile örtüşen bir grup burada etkinliğini artırıyor, onlarla bütün ilahi yapılanmaları reddediyor ve resmi din olarak kabulü için din komisyonuna müracaat ettiler.  Dinler tarihi uzmanı arkadaşımız Muhammed beyden aldığım bilgilere göre Janıbek Janızok, Müslümanlar ile tengriciler arasındaki diyaloğları  vermiş uzun süre siteden. Oldukça okunurmuş, ilk Kırgızca site olduğundan dolayı.  Kırgız Altın kurumu başkanı Dastan Sarıgulov epey bu konuda mesai harcamış önemli bir şahsiyetmiş. Çouyn ömüraali Uulu’nun bu konuda epey önemli bir kitabı varmış. Ama bu Tengricilik akımının neşvü neva bulmasından önce yazılmış.  Yahu sen de hem mişli muşlu bahsediyorsun demeyin, bu bilgilerin hepsi akademisyen arkadaşlarımızla müzakere sonucunda oluşmuş ve doğrudan konunun uzmanları olarak sürekli istişare edilerek yazıldı. 
Müftülük ile çok sert tartışmaları varmış, iyi işte gerekli bir öteki oluşturuyorlar, aslında müftülüğe teşekkür etmeleri gerek, deyince arkadaşlar şaşırdılar. Ne diyorsunuz siz hocam dedi gençler. Yahu ne demek ilahi din beşeri din, bu nasıl bir şey, eğer bu arkadaşlar Tenrici, yani Şamanist iseler Türklerin dininin Tek Tanrı üzerine kurulu olduğunu bilirler zaten. 
Biz ne diyoruz, ilahi ve beşeri ayrımı kategoriktir, bilginin kaynağını belirlemek için, yani ilk bilgi Hz. Adem’de nesnelerin bilgisi olarak verilmiş, tevhid bütün peygamberler kanalıyla farklı zaman ve mekanlarda  farklı dillerde farklı şeriatler ile gönderilmiş, din bir ama uygulamaları farklı, en son pratiğin mensubuyuz biz de. Dolayısıyla her daim tahrifler olmuş, en son ve önceki bütün vahiyleri içeren ilahi kitabın mensubuyuz, bunu biliyorsunuz niye hemen heyecanlanıyorsunuz anlamıyorum ki dedim. Zaten din komisyonu resmi görüş istemişti, dinler, mezhepler tarihi ve kelam hocası ile istişare ettik, biz akademik bir kurumuz, diyanet değiliz, fetva makamı da değiliz, resmi görüş yerine her akademisyen kendi kanaatini bildirir diye söyledik yetkililelere.  
Bunları sumelek kaynarken konuştuk arkadaşlarla.  Zaten bir haftadır devam ediyor etkinlikler,  iki komşu fakülte bize misafir oldular, salonumuzda kutlama yaptık, onların görüntüleri anayurt ile paylaştım.  Milli yemekler sergilendi:  Çuşbaru (mantıya benziyor) kuurdak, taze etten yapılırmış. Orduk; yani ördek şeklinde olduğu için bu isim verilmiş, içinde pirinç vb var, bici deniliyor. :Beşparmak, çörgün ve mantı, ekmek ve kızartmalar yanında kımız ikram ediliyor. Fakültemiz öğrencileri çocuk doğduğu zaman okunan ezan ve kamet ile isim koyma merasimini canlandırdılar ve 1. Oldular. Çok mutlu olmuştum.  Fakat beni üzen şu oldu, hocam yaklaşık 5 yıldır hiç nevruzu kutlamadık, geçen seneki yöneticimiz, bizim böyle işlerle alakamız olmaz dedi, bırakın sumeleği, oyunlar tertiplememizi de istemedi, eğitim ve öğretim ile ilgileniyoruz biz, bunlarla değil dediler. 
Ne yapacaksınız şimdi,  neyse ki ilk hafta “Ölü Ozanlar Derneği”ni seyrettirmiştim,  bankacı eğitim ve özgürleştirici eğitim hakkında derslerde bahsetmiştim. Bir de şenlikli toplum üzerine konuşmuştum.  Bu geleneksel oyunların kime ne zararı varmış, gençsiniz kanınız kaynıyor, enerjinizi müsbet yollardan gidermezseniz ne olacak? Şimdi bizim zamanımız, dün dünde kaldı diyerek geçiştirdim  ama üzülmedim desem yalan olur. 
Oyunların tamamı gençleri diri tutmaya, zekasını, bileğini, yüreğini geliştirmeye yönelik, hem enerjilerini harcıyorlar. Oyunların tamamına yakını tarihsel/geleneksel, bu açıdan en keyifli geçen şölen de bizimki olmuş. Çünkü diğerlerinde bas bas bir müzik çalıyor, bir süre sonra kulakları sağır edebilir, konuşanlar birbirini zor duyuyor, yan fakültede kutlamaya gittiğimizde gördüm de oradan biliyorum. Ama bizim oyunlar tamamen doğal ve klasik, herkesin köylerde, kırlarda ve müsait olduğu yerde oynadıkları türden. Bu açıdan misafir gelen gençler, yahu burası daha güzel demişler bizimkilere. 
Neyse bu oyunların tarihsel boyutundan biraz bahsetmek gerek. Gençler hem enerjilerini pozitif yönde harcıyorlar;  hem de her türlü olağanüstü şartlara hazır oluyorlar.  Ağırlıklı göçebe bir topluluksunuz, sürekli yer değiştiriyorsunuz ve mücadele, savaş içindeniz, kış günleri antrenman yaptırabilirsiniz biraz zor, ama cirit, güreş, halat çekme, vb. oyunlar ile gençler her daim gönüllü olarak canlı ve diri oluyormuş. Babam söylemişti bunu, oğlum bu cirit çok stratejik bir oyundur diye, çok iyi oynarmış rahmetli. Atına kendine iyi bakarsın, obur olmazsın, cirit dediğin aslında mızraktır, iki takım olur, strateji geliştirirsin demişti. Burada ulak, aynı oyun ama biraz daha risksiz, ortada bir koyun oluyor, takımlar onu almaya çalışıyor, riskiz dediğim cirit yok, ama bunun da riskleri var tatbikî. 
İşte böyle biz böyle şenlikli geçirdik bir haftayı, Türkiye’ye gönderdim bütün görüntüleri, inşallah ülkemde de böyle olur diye. Bir çok arkadaş için bunlar zaten malum. Ama fakülteye öğrenci alımı için okulları ziyarete gitmeye başladık. Oralarda aynı sorular ve sorunlarla karşılaşınca durumun vahametini daha iyi anladım. Nevruz üzerinden burada sert bir tekfir hareketi başlıyor gibi. Ona şirk, buna küfür demeler artmaya başladı. Tebliğ cemaati yaygın, diğer akımlar toplumsal ve dinsel yapıyı katmanlara ayırmış, çocuğunu okula göndermek küfür den başlayıp, niye üniversiteye gönderiyorsun medreseye gönder diyenlere kadar yaygınlaşmış. Sadece nevruza değil, bizdeki yağmur duası töreninin buradaki yansıması olan Can Kuday gününe de şirk diyorlarmış. Yani kurban kesip, dualar ederek, rahmet ve bereket getirmesi için dualar etmeye karşı çıkılıyormuş. Müftülük de bu konuda aynı kaaantteymiş, nasıl yani, bu sünnet yahu deyince, israf diyormuş. Köylerde her evden 80 som yani yaklaşık 2,5 lira alınıp kurban kesiliyormuş, israf dediği buymuş. Nasıl yahu, düğünlerde, ölüm törenlerindeki israf için devlet önlem almaya  çalışıyor buna mı müftülük israf diyor dedim. Konuya kısa bir ara verelim ve israfın boyutlarını biraz açalım isterseniz.
 KIRGIZİSTAN’IN DIŞ BORCUNA YAKIN İSRAF
Din görevlileri semineri sırasında Rektör bey ile birlikte gelen bir hocamız, israf üzerine konuştu. Neredeyse Kırgızistan’ın dış borcuna yakın bir bedel, iki milyardan fazla para ölüm, düğün gibi törenlerde yapılan şatafattan kaynaklanıyormuş. Mesai günlerinin boşa geçmesinin maddi karşılığı daha hesaplanmanmış. Nasıl yani diyecek olursanız, bir büyüğün ölmemesi için dua ederseniz, çünkü sizde ölürsünüz ekonomik olarak, dediler. Maddi durumunuz iyi olup olmaması önemli değil, biri ölünce hemen bir şeyler kesip ikrama hazırlamanız lazım. Bunun 3,7, 40. Günlerinde tekrarlamamınız gerek. Hatta üç bayram sürecince bu yemek yedirmeler devam ediyormuş. 
Bayramda nasıl oluyor deyince, hocam, dedi Munar, ben diyorum bu bayram olmuyor, arefe günü kabirleri ziyaret edelim ama bayram günü adı üstünde, niçin matem dönüştürüyoruz diye konuşuyorum vaazlarda. Çünkü her bayram, ölüsü olane vler dolaşılır ikramlar yapılır, ev bayram evi değil, matem evidir dedi. İnanamadım, hatta bir yıl yakın akrabası ölen hanım mavi veya yeşil elbise giyer, gören bilir onun matemde olduğunu, gülmez, eğlenemez, bir yıl sonra yakın akrabaları yeni elbiseler götürür, ancak çıkar matemden dedi. 
Peki bu kadar kurban kesip yedirmezse ne olur deyince, toplumsal baskı olur, dışlanır, ne yapıyorsun sen bizim ata öldüğünde geldin yedin, sıra bize gelince mi oldu derler. Bir arkadaş yapmamış, bayramda bir şey ikram etmemiş, bir şey kesmemiş, üç yıl dayanabilmiş, o zamana kadar olan kurbanları kesip akrabayı eşi dostu çağırıp ikram etmiş. Özellikle Rusya’ya çalışmaya giden ve oldukça zor şartlarda para kazanan gençler, ölüler için mi yaşıyoruz diyecek noktaya gelmişler. 
Ulanbek, geçen yıl mezun olmuş ve oldukça başarılı bir delikanlı, masteri kazanmış ama gitmemiş, buraya dair idealleri var, yine mezunumuz olan Almazbek dükkanında çalışıyordu. Müşavir bey, başarılı bir genç, bunu camide imam naibi olarak istihdam edelim, yurtta gençlerle de ilgilenir deyince, resmi olurunu aldık çalışmaya başladı. Bitirme tezi olarak Fazlur Rahman’nın Kur’an anlayışını çalışmış, mevcut örf ve adetlerin yaşayan insanları ölü haline getirdiğini söylüyoruz, diyor.  Bu konuları açık ve net olarak söyleyen bir bizim mescidimiz var, diğerleri mecburen bu ritüelleri devam ettiriyorlar çünkü geçimleri buna bağlı biraz da deyince içim burkuldu. Yani Akif’in dediği gibi Kur’an mezarda okunmak için gibi, halkın çoğunluğu rahatsız ama gelenek ağır basıyor, itiraz edilmiyor dedi. 
Özellikle bayramlar matem günüdür, herkes kendi dönemiyle gezer evleri, ben de 1989 doğumlularla gezmeye başladım, ilk evde Kur’an okuduk, karnımızı doyurduk, ikinci evde yok biz yemek yemeyiz, sadece Kuran okuyalım deyince, kabul etmediler, eğer yemezseniz ölümüze sevap gitmez, ruhu rahatlamaz dedi. Oysa 30 yaşlarında ölen kardeşi, hayatta İslami değerlerle hiçbir irtibatı yoktu ve sarhoş öldü, abisinin de durumu aynı, ama bu ritüellerin yapılmasını istiyorlar dedi. 
Bir başka arkadaş, iki yıl önce bir önceki müftü, Suudi Arabistan’ı takip ederek bayram için hilali bekledi, gece yarısı yarın bayram diye ilan etti. O saatte burada hilalin görünme ihtimali yok zaten, akşam vakti görülür, ama o ilan etti. Devlet başkanını uyandırmışlar, yarın bayram ilan edildi, konuşmanızı hazırlıyoruz diye, ertesi gün sabah normal bayram namazlarında gelenlerin dörde biri ancak gelmiş, çünkü haberleri olmamış, bu hukuki boyut, diğer toplumsal boyut daha acı. Ertesi gün bayram ve ölüsü olanlar yemek vermesi gerekiyor, herkes fırınlara koşmuşlar, onlarda ekmek yetiştirmek için tam pişmeden almışlar, bazı fırıncılar hızlı çalışmadığı için dövülmüş. Çünkü misafir gelecek, onlara aş ve ekmek ikram edecek, ama ekmek yok.  Velhasıl hakikaten diriler, ölen ya da ölecek durumda olanlara yapılacak bu adet ve gelenekler için yaşıyor(muş)
NEYİN TEBLİĞİ BU?
Hocam işler iyice karışık, tebliğ cemaati köylere kadar gidiyor, oralarda evlere gidip herkesin namaza gelmesini istiyormuş. İnsanlar grup halinde evlerine gelenleri görünce mecburen namaza gidiyorlarmış. Gitmeyen evleri mimliyorlarmış. Mescid şimdi adam almıyor deyince, şaka yapıyorsunuz dedim ama hocamız gayet ciddiydi, başka bir şey diyemedim. 
Ben bir ileri aşamasını şöyleyim, evlerde boz çekme, yani hane halkının erkek ve kadın ayrımını sağlamak için ortadan bezle ayırıyorlarmış. O kadar ki, tuvalete (bahçe içinde ve evden biraz uzakta yapılıyor, tıpkı Anadolu’da olduğu gibi) oraya da bez çekmişler, herkes kendi hattından gidiyormuş, deyince yapmayın hocam bu kadar da olmaz dedim. Hocam Nokad’ta bu oldu, ben oralıyım ve birinci elden bu bilgiler bana geldi, olur mu böyle şey ne demek, millet daralmış gelip bize soruyor diye deyince, durumun vahametini anladım iyice. 
Nerden bu kadar diye sormayın, çünkü akademisyen arkadaşlar, ilçeleri programlayıp okulları ziyarete gidiyoruz, fakültemizi tanıtmak ve öğrenci tanıtımı için. Çünkü bütün okulların kontenjan sorunu var, geçen yıl da durumumuz pek iyi değilmiş. Uygulama sırasında şehirdeki her okula gittik, slaytlar eşliğinde tanıtım yaptık, öğrencileri fakültemize davet ettik, iyi oldu, ama şehir dışına da gitmek gerek diye karar verdik. Yolculuk sırasında sohbet ediyoruz, öğretim elemanlarımıza sürekli bu konuda sorular geliyor, seminerler vermesi isteniyor, yani alan araştırması sonucu bu bilgiler. 
Karabalta medresesinde Nurullah hoca, seccadelerde Kâbe resimleri olmaması gerektiği, bunlarda namaz kılanmayacağını söylemiş. Neyse dedim, ama aynı adam eğer Kur’an’ı yanlış okursanız kâfir olursunuz diye sormuş, adam da hemen bizim arkadaşı aramış. Yahu burası Hanefi değil mi, düzgün okuyup ezberleyene kadar anadilinde ibadet edebilir diyen bir gelenekten gelmiyor mu deyince, hocam bu durumun vehametini gören devlet başkanımız ilk defa Hanefiliğe vurgu yaptı, radikal akımlardan epey tedirgin olmuş anlaşılan dedi. 
Bu müzakereler içinde Celalabad’ın bir kasabasına geldik. Geçen sene pek iyi derece ile mezun Ulanbek kardeşimizin okuluna gittik, fakülte tanıtımı için. Slayt ile bilgi verdik, puan sistemini açıkladık, şartlarımızı söyledik.  Soru cevap kısmında çoğu medrese ile karıştırıyor bizi, ezan okununca dersi bırakıp camiye mi gidiyorsunuz, başı örtmek zorunda mı gibi. Öğretmenler odasında bir hoca, Vehhabilik, Ekremiyye, hizbuttahrir, tebliğ cemaatinden bahsetti uzun uzadıya. Ulanbek okul birincisi olarak niye teolojiye gittiğini anlamadığını, onun adına üzüldüğünü ama şimdi gönlünün rahat olduğunu söyledi. Biz 80 yıla yakın ateizm tesiri altında kaldık milli değerlerimizi koruyarak dinimizi yaşamaya çalıştık (65 yaşında imiş) şimdi geliyor bunların hepsi küfür diyor, adamlar diye serzenişte bulundu.
Abdülaziz hocam, kelam/akaid üzerine doktora yaptığını, Tanrı inancının tez konusu olduğunu bu hususları akademik açıdan araştırdığını, ilahiyat fakültesinin bu iş için olduğunu söyleyince biraz rahatladı hocam.  Ama gördüğüm kadarıyla tedirginlik hat safhada. Zaten rektörümüz açıkça söyledi, hem fakültede hem de senatoda. Eğer biz ilahiyat fakültesine sahip çıkmazsak, imam hatip lisesi gibi hem pozitif bilimleri, beşeri ve dini ilimleri bir arada okutan orta kurumlar açmazsa, Pakistan, Afganistan, Bangladeş ve Arap ülkelerinden gelen aşırı yorumlar bizi çatışmaya sürüklüyor diye.  Tabii buna bir de hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı ve işsizlik eklenince, insanlar can simidi gibi sarılıyor galiba bu tür aşırı yorumlara, çünkü mutlak kurtuluş vaat ediyorlar. Adam günlerce evinden çıkıyor, ailesi çocukları evde kalıyor, ne yer ne içer belli değil, camilerde kalıyorlar, temizlik hijyen nasıl oluyor herşey karışık, ama çekilen her sıkıntının Allah rızası için olduğu söyleniliyor. Kız çocukları okula gönderilmiyor, zeki çocuklar medreseye yönlendiriliyor.  
Üniversite harçlar epey artmış, aileler zar zor okutuyor, ama sonunda iş yok, mezun olup da Rusya’ya ya da başka ülkelere gidiyorlar, o zaman bunca yıl buralarda okutmaktansa liseden sonra gitsinler demeye başlamışlar. Bir an önce üstelik de dört yıl harcama yapmadan eve gelir getirsinler diye gönderiyorlar ama daha ergen gençleri uzak ülkelere göndermenin de bedeli tabiiki çok ağır oluyor. Yani ne taraftan bakarsan toplumsal travma artıyor, ama buna bir de birleştirici, barıştırıcı yönü olması gereken dinsel ayrışma artıyor. 
Bu tespiti yazdıktan sonra aldığım notlardan biri dikkatimi çekti. 21/01/2013 tarihinde Din Komisyonu Başkanı Oş temsilcisi Kurbanali Uzakov beyi ve Oş oblası Kadısı yani vilayet kadısı Sultanali Gapurov  hocamı ziyaret etmişiz. Din görevlileri Semineri kapanış törenine davet ederken dini hassasiyetler üzerine sohbetler etmiştik. Din Komisyonu Kurumu, doğrudan Cumhurbaşkanına bağlı bir kurum, imamlarımıza anayasa ve dini özgürlükler hakkında bilgi vermesini istemiştik.  Müftüyat ve kadılık personeli medrese, İslam üniversitesi ve Arap ülkelerinde okumuş veya az sayıda Teoloji mezunu istihdam ediyor. İlginç olan nokta, İslam üniversitesinin diplomasını devlet tanımıyor ama müftülük tanıyor. Yani burada dini eğitim açısından tam bir karmaşa var, bu nedenle olsa gerek rektörümüz pozitif ilimler ile dini ve beşeri ilimlerin bir arada verildiği imam hatip lisesi benzeri kurumlar açılması için ön çalışmalar yapıyor. 
Toplumsal yapı ve dini açıdan bu farklılıklar üzerine sohbet ederken Rusya ve Çin’den sonra Kazakistan’da burada konsolosluk açtığını öğrendim. Din Komisyonu Başkanı Kazakistan’ı da davet edebilirsiniz, çünkü dinin farklı ve aşırı yorumları hakkında onlarında kaygıları var dedi. İmamlara vereceği seminerin çok önemli olduğunu, dini hak ve özgürlüklerin yasal boyutunu bilmeleri gerektiğini belirtti. 
SONUÇ. Evet, öyle gözüküyor ki, dini farklılıklar aykırılığa dönüşüyor, herkes kendisinin biricik doğru olduğunu düşünüyor ve diğer grupları ötekileştiriyor. Bu da dini sahih kaynaklardan diğer beşeri bilimler ile birlikte resmi kurumlar tarafından uzman kişiler tarafından okutulmasının gerekliliğini artırıyor.  Ve felsefi düşüncenin gerekliliğini gösteriyor. Bundan dolayı ilahiyat fakültelerinde felsefe grubu dersler olmazsa olmaz diyorum. Ancak felsefi düşünce ile aklımızı kiraya vermemeyi, kimsenin bayii olmamayı, cedel/diyalektik yöntem yerine burhani bilgiyi öncelediğimiz zaman gerçekleştirebiliriz. Atayurt’ta Yesevi geleneğini hoşgörüsünün, insan anlayışının rahmet ve bereketinin yeniden yeşermesi dileğiyle….