Konfüçyüs, “Eğitimli insanlar yapabileceklerinden fazlasını söylemeye utanırlar” demiş. Gelin görün ki herkesin her şeyi çok bildiği, herkesin her konuda çok iddialı olduğu bir çağda yaşıyoruz. Hepimiz bir şekilde bunun parçalarıyız. Kibir ve güç zehirlenmesi bir veba gibi toplumu yavaş yavaş öldürüyor.

Üretim durmuş vaziyette; Türkiye saman ithal ediyor, et ithal ediyor. Atatürkçü Cumhuriyet’in kazanımlarından olan “Şeker Fabrikaları” hakkında özelleştirme kararı alındı; son kaleler de birer birer yıkılıyor. Ölenlerin ardından sosyal medyada küfür-kıyamet kopuyor, bakmak bile istemiyorsunuz. Herkes herkese internet üzerinden saldırıyor. Kadınlar neredeyse sistematik şekilde öldürülüyor. Çocuklara tecavüz ediliyor.

Ekonomi alarm sinyalleri veriyor. Afrin operasyonunda askerlerimiz ölüyor. Adalet çökmüş durumda. Ama sahip olduğu güçten zehirlenip ballı hayat yaşayanlar, hayatlarına devam ediyorlar. Yöneticiler, gözleri kör olmuş bir şekilde halkın sıkıntılarına kulaklarını tıkayıp bildiklerini okuyorlar.

Suriyeli mülteciler İstanbul’un merkezinden kenar mahallelere kadar yayılmış durumdalar. Azınlık bir grubun dışında, çoğu ya zarar görüyor ya da bizzat kendileri zararlı birey hale gelmiş durumda…

Suriyeli mülteciler, aslında Türkiye’nin her yanındalar ve görünen o ki daha uzun yıllar ülkelerine dönemeyecekler. Belki de asla dönmeyecekler…

Suriyeli çocuklar ve kadınlar tecavüze uğruyorlar, şiddet görüyorlar. Kamplarda onda biri ancak barınıyor. İş bulamayan Suriyelilerin bir bölümü ya dileniyor ya da hırsızlık yapıyor. Suriyeli pek çok çaresiz kadın, Türk erkekleriyle evlendirildi. Pek çoğu erkeğin 2. veya 3. karısı yapıldı. Suriyelilerin çoğunluğu eğitimsiz. Başlangıçta denetimsiz olarak sokaklara bırakıldıkları ve uygun kamplar yetersiz kaldığı için suç işleme oranları artıyor…

Suriyelilere “ülkelerine gidip savaşsınlar” deniyor. Peki, onlar da size demez mi: “Suriye’nin başına bu işleri kimler açtıysa, onlar savaşsın” diye. Ayrıca kime karşı savaşacaklar?

Suriyeliler, sırf mülteci oldukları için, “haklı” oldukları bir konu da bile “suçlu” muamelesi görüyorlar. Trende, metroda, yollarda azarlanıyorlar. Onlara sayılıp sövülüyor…

Yıllar önce Almanya’ya çalışmak üzere giden Türklerin yaşadığı aşağılanmanın çok daha fazlasını yaşıyorlar. Ve bunu yapan da neredeyse her kesimden insan: sağcısı, solcusu, liberali, dincisi, yazar-çizeri…

Ve günün birinde Suriyeli çocuklar da büyüyecek, onlar da kitap yazacaklar ve yaşadıklarını anlatacaklar. Filmler çekilecek. O zaman pek çok kişi yaptıklarından utanacak mı?

Yaşananların hiçbiri Suriyeli bir çocuğun, Suriyeli bir annenin ya da Suriyeli yaşlıların suçu değil. Ne yazık ki emperyalizmin acımasız silahlarıyla vuruldular. Onlar enerji savaşlarının son kurbanları…

Herhangi bir ülke yeraltı kaynakları bakımından zenginse… Eğitimsizse, fakirse, milli birlik ve beraberlik duygusu gelişmemişse ilk fırsatta başına çökeceklerdir. Önce iç savaş çıkartmaya çalışacaklar, sonra işgal edecekler, sonra da göz boyamak için “insan haklarından” dem vurup yardım kuruluşlarını ülkeye sokacaklardır. Sebep oldukları felaketlerde hiç katkıları yokmuş gibi, ülkenin eski yöneticilerini suçlayacaklardır. Ve eğer günün birinde silahlar susarsa, bu defa da on yıllar sürecek bir “sözde barış görüşmeleri süreci” oluşturup sevimsiz siyasetçilerin el sıkışmaları halka izlettirilecektir.

Türkiye, başlangıçta ABD tarafından bir şekilde dahil edildiği yanlış Suriye politikası neticesinde çeşitli sıkıntılar yaşamış, sonrasında farklı bir tarafa dönmüştür. Çünkü ABD’nin çıkarlarıyla Türkiye’nin çıkarları örtüşmemektedir. Nihayetinde ABD’nin silahlandırdığı PKK/PYD/YPG gibi terörist grupların önü geç kalmadan kesilmeliydi ve Türk Ordusu’nun başarılı harekatıyla ülkemizin güney sınırları korunmaya çalışılıyor. Ancak tehlike geçmiş değil. ABD, Suriye’nin kuzeyinde başarılı olamasa da Kuzey Irak’ta kurmaya çalıştığı sözde Kürdistan hayallerini zorluyor. İleride İncirlik ya da Kürecik üslerinin kapatılması da ABD tarafından sorun teşkil etmeyebilir; zira bunları Kuzey Irak’a taşıyabilir. Böyle bir durunda Türkiye açısından asıl tehdit, namluların ülkemize çevrilmesi olacaktır. Kısacası Türkiye’nin dış politikada yaptığı yanlışların sonucunda ödeyeceği bedel, daha uzun yıllar uğraştıracak gibi görünüyor.

Dün hata yapan yöneticiler istifa etmediler, görevde kaldılar. Bugün tam tersi dış bir politika, aynı kadrolarla yürütülüyor. Yarın ne olacak, bilmiyoruz. Sürekli yön değiştirmek, dün söylediğinin bugün tersini söylemek, nabza göre şerbet vermek, liyakatsiz yalaka kadrolarla sarsılan devlet yönetimini kurtarır mı?

Hayat… Kendini ölümsüz sanan kimi siyasetçiler açısından hiç bitmeyecek gibi görünüyor, değil mi?