Oş Devlet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Fakültesi.. 22/4/2013 Pazartesi günü saat 10 başlayan “Programma kruglogo stola:’’Politika etniçeskogo mnogoobraziya Kırgızstana I mehanizmı eyo realizatsii’’ konulu panele katıldım. Kırgızistan merkeze alanarak etnik problemler, bunların uluslararası deneyimler göz önüne alınarak çözümü hususların müzakere edildiği oturumda 4 bildiri sunuldu.
Diğer masada ise Oş şehri gençlik komitesi temsilcisi, belediye başkan yardımcısı, etnik problemler ile ilgilenen kurumun temsilcisi,uluslararası tolerans vakfının oş temsilcisi ve rektor yardımcımız vardı. 2.5 saate varan müzakereler oldukça verimli geçti, ardından dekan beyin odasında yapılan ikram sürecinde de fikir alışverişi devam etti.
Toplantının koordinatörü Asel hanım ve dekan bey, fakültede 2Türkish studies” açmak istediklerini, isteyen öğrencinin Kore, Japonca, Çinçe, İngilizce’den başka Türkiye Türkçesini alternative olarak sunmak istediklerini söylediler. Resmi olarak müracaatını hazırlayacaklar, bende Bişkek büyükelçiliğimiz eğitim müşaviri Orhan Genç hocamla görüştüm, insallah nasipse seneye ilk aşaması gerçekleşir.
Ana hatlarıyla özetini verdiğim ve kırgız türkcesine Dr. Timur Kozukolov’un aktardağı metni sizlerle paylayaşım:
Sunuş: Oş Devlet Üniversitesinin ilk uluslararası fakültesi olan ilahiyat fakültesinin bir mensubu olarak aranızda bulunmak benim için onurdur.
Fakültemiz: Çift Kutuplu, yani sosyalist ve kapitalist dünya tasavvuru 1989 yılı itibarıyla sarsılmaya başladı. Kardeş ve Akraba Topluluklarımız peşpeşe bağımsızlıklarını ilan etmeye başladı. Kırgızistan, 1991 tarihinde bağımsızlığını ilan edince, bunu uluslararası alanda ilk tanıyan Türkiye Cumhuriyeti oldu. Atayurt (Türkistan) ile Anayurt (Türkiye) arasında irtibatı güçlendirmek için kültürel ve ekonomik anlaşmalar yapılmaya başlandı
Bu açıdan 1993-1994 öğretim yılında Türkiye Diyanet Vakfı’nın sponsorluğunda Oş Devlet Üniversitesi bünyesinde açılan İlahiyat fakültesinin Kırgızistan hayatı açısından çok önemli bir işleve sahip olmuştur. Atayurt ile anayurttun manevi temellerini yeniden canlandırmak için kurulan fakültemizde, dini sahih kaynaklarından rasyonel ve eleştirel bir şekilde okumak ve öğretmek temel hedeftir.
Bu sene 20. Kuruluş yılı çalışmalarına devam eden Fakülte yaklaşık dört yüz mezun vermiştir. Bu sene 9. Yapılan Din Görevlileri Semineri ile de 600 imama hizmet içi eğitim vermiştir
·        Dini Durum
Dinin sahih kaynaklara dayanarak rasyonel, eleştirel bir şekilde resmi kurumlarda okutulup öğretilmesi hususu çok önemlidir. Çünkü Sovyetler Birliği döneminde materyalist ve ateist öğreti ile yetiştirilen nesiller bağımsızlığa kavuşunca dini açıdan da büyük bir boşluk duymuş ve bunu örf, adet ve hurafelerin karışımı bir halk dini anlayışı oluşturmaya başlamışlardır. Anayasa’nın hazırlanması ve din ile ilgili işlerin hukuki zemine kavuşturulmasına kadar (1991-1994) halk, kahin, falcı ve baksı dediğimiz insanlara inanmaları ve hurafelerden oluşan bir dini yapı oluşturmuştur.
Bunun yanısıra radikal ve aşırı yorumlara sahip mezhepler, siyasi ve itikadi yapılanmalar çoğalmış, ayrıca misyonerlik faaliyetleri çoğalmıştır. Tabiri caizse “tam bir dini patlama” yaşanmıştır.  Sayın Cumhurbaşkanımızın söylediği ve akademisyen arkadaşımız Abdülaziz beyin kutlu doğum konuşmasında vurguladığı üzere Din ile Dini Kültür arasındaki ayrım ortadan kalkmaya başlamıştır.
Suudi Arabistan ve Mısır gibi arap ülkelerinde, Afganistan, Pakistan ve Bangladeş gibi ülkelerde eğitim gören insanlar farklı bir kültürel dokuya sahip ülkemize, farklı dini kültürlerde üretilmiş yorumları taşımaya başladılar. Ama kırgız cumhuriyetinin dini alanda ilk uluslararası fakültesi olan oş ilahiyat, İslam Dininin Türkistan’da üretilmiş yorumunu merkeze alarak eğitim ve öğretim vermektedir. Oş şehrinin seçilmesi tesadüfi değildir, çünkü Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran geleneğin dini anlayışının akaid/inanç temeli, Maturidi gelenektir ve bura merkezlidir, bunun en önemli eseri Emali adlı akaid kitabıdır. Osman el-Oşi tarafından yazılan bu eser, yakın dönemlere kadar klasik eğitimin temel kitabı olmuştur. Fıkıh/hukuk geleneğimizin en önemli eseri de el-Mebsut adındadır ve Özgen de yatan İmam Serahsi’ye aittir.
Yani demem o ki, biz Türkiye Türkleri, buradan götürdüğümüz gelenek ile yaşıyoruz, İslam dünyasının tek laik, demokratik cumhuriyeti olarak devlet ile din arasındaki mesafe koyarak eğitim ve öğretimimizi gerçekleştiriyoruz. Devlet ve din arasında mesafe koymaktan kastım Kırgız ve Türkiye cumhuriyeti anayasalarında hükümlerdir. Bu ilkelere göre Devlet, bütün dini inanışlara ve/ya hiç inanmayanlara karşı eşit mesafe de durmalıdır.
·        Adaletli ve Eşit Olmak
Bu noktada adaletli olmak ve eşit olmak arasındaki felsefi ayrım gereği, Devlet bütün dini ve kültürel yapılara karşı eşit mesafede durmalı ama halkın büyük bir çoğunluğunu oluşturan dini inanışın eğitim ve öğretimini de adalet ilkesi gereği yapmalı, halkın dini hizmetlerinin yerine getirilmesi görevini üstlenmelidir. Aksi takdirde, bu eğitim ve öğretim illegal yollardan yapılacaktır.
 Oş Teoloji Fakültesi olarak din ve dini kültür arasındaki farka dikkate ederek, Hz. Adem’den Hz. Muhammed (sav) kadar farklı zaman ve mekanlarda farklı dillerde ve farklı kültürlere gönderilmiş ilahi vahiylerin tarihini okumakla kalmıyor, bunların felsefi, sosyolojik ve psikolojik boyutlarını da inceliyoruz.
Burada kullandığımız yöntem felsefi burhan yöntemidir. Yani bütün peygamberlere gönderilmiş din aynıdır, (tevhid, nübüvvet ve mead) ama bunların uygulamaları (şeriat) farklıdır. Bir daha da peygamber gelmeyecektir, biz son peygamberimizin mesajını içinde bulunduğumuz kültürel şartlarda yeniden okuyor ve hayata geçirme imkânlarını konuşuyoruz. Bizden önceki bütün gelenekler ve alimlere şükran borçluyuz, ama o yorumu mutlaklaştırarak buraya taşımanın ne dini ne de felsefi gerçekliği ve geçerliliği olamaz.
Diğer dini kültürlerde üretilmiş yorumlar kelamın/teolojinin cedel/diyalektik yöntemi ile buraya taşınıyor, burada üretilen yorumları bidat sayıyor ve kendisinin biricik doğru olduğunu söylüyor. Böyle olunca da din uzlaşmanın değil, çatışmanın bir unsuru haline dönüşüyor.
Bu durumun ortaya çıkardığı toplumsal sorunların çözümü için ise dinin resmi birimlerde sahih kaynaklara dayanarak, dini kültürün/birikimin rasyonel, eleştirel ve mukayeseli bir şekilde incelenmesi zorunluluğunu pekiştirmiş, bu da imam hatip lisesi benzeri okullar ile teoloji fakültelerinin açılması ve desteklenmesini gerektirmiştir.
·        Müstağni Olmadan Müstakil Olmak
Burada körfez ve/ya Afganistan-Pakistan-Bengladeş üçgeninde yetişen ve İslam tarihsel boyutuyla aynen İç Asya’ya taşımayı tebliğ olarak gören ve tekfir kurumunu çalıştıran birimlerin etkisi toplum katmanlarında iyice belirgin hale gelmek üzere. Artık din uzlaşmanın, barışın, esenliğin değil de çatışmanın ana unsuru haline dönüşmeye başladı.
Biz dini sahih kaynaklardan, temel fıkhı ekollerden müstağni kalmadan, yani tarihsel olarak onlara dair bilgileri okuyarak, katkıda bulunan her bir âlimimize şükran duyarak, ama müstakil olmaya çalışıyoruz. Her dönemin şartları farklı, temel kaynaklarımızın yorumu da farklı, önceki deneyimlerden istifade ederiz, ama o dönemde verilen bir çözüm önerisi veya tutumun aynen bugüne taşınması ne derece tutarlıdır, sorusunu merkeze alıyoruz. Tarihsel olarak bir an’ın aynen tekrarı mümkün değilken, kıyamete kadar geçerli olacak ilkelerin yorumunu dondurmak ve yüzyıllar önceki tavır ve tutumları aynen bugüne taşımanın imkanını, eleştirel, rasyonel bir tavır ve tutumla müzakere ediyoruz. Örf, adet ve dini/milli kültürümüzü, değerlerimizi, dinin temel ve külli ilkeleri ışığında okuyup, yeniden üretmeye çalışan akademisyenler olarak, her türlü tarikat veya cemaat oluşumun üstünde bir bakış açısı geliştirmeye çalışıyoruz.
·        İslam Aklının Eleştirisini Yapmak
İçtihat kavramını merkeze alarak İslam aklının bir nevi eleştirisini yapıyoruz. Yani klasik İslami metinlerin ve kültürel araştırmaların ortaya koyduğu bin beş yüz yıllık birikime dair klasik okumalardan haberdar oluyoruz. Bunun yanı sıra oryantalist filolojik okumanın yöntemlerini öğreniyoruz. Bunların üstüne çıkan bir okuma yapmayı deniyoruz.
Tarih üstü vahiy an’ı ile reel olgular, siyasi ve akidevi karışıklıklar, örfler, adetler etkisiyle üretilen yorumlar zamanları arasında ayrım yapılması gerektiğini söylüyoruz. Böylece vahyi reel durumun karmaşası ve kirlerinden yani hurafelerinden, bidatlerinden uzak tutmayı hedeflenir.
Böylece “Makasıdu’l-Kur’an” ile “Makasidu’s-Şeria” arasındaki fark ortaya çıkacaktır. Yani “ilahi vahiy an”ı ile fakih ve müfessirlerin dönemlerinin örf, adet ve geleneklerinin, siyasi baskıların sonucunda ürettikleri yorumlara işaret eden “salt beşeri olan zaman” arasında ayrım netleşir. Bunun sonucunda yüzyıllarca Müslüman bilincini tahakküm altına alan kutsallaştırılmış, aşkınlaştırılmış bu yorumların perdesi aralanacak ve zihinler rahatlayacaktır.
 Biz buna ıslahat/tecdid okuması diyoruz.  Tarihsel olgu ve olaylara yönelik İslam aklının eleştirisiyle Kur’ani söylemin muhtelif tarihsel şartlarda, farklı durumlara uyum sağlama, ortaya çıkan sorunlara çözümler üretme gücü yeniden ortaya çıkacaktır. Bunu başarabilirsek, din ve dini kültür arasındaki ayrım netleşirse, bir yorum diğerine mutlak olarak tanışmayacak, çatışma unsuru olmaktan çıkacaktır. Huntington’un söylediği Medeniyetler/Kültürler Arası Savaş tezi yerine Medeniyetler Arası Diyalog ve İttifak’ın İmkanı ortaya çıkacaktır.
Çatışma tezinin yanlış anlama, yorumlama ve ön yargılardan oluştuğunu anladığımız zaman,  medeniyet ve kültürlerin barışçıl bir şekilde bir arada var olabilmelerinin zorunluluğu ortaya çıkacaktır. Din merkezli çatışma mantığı ve çatışma riskini en aza indirgeme ihtimali güçlenmiş olacaktır. Bu da küresel güçlerin dini, hegemonik politikalarına meşruiyet aracı olarak kullanmalarının önüne geçecektir. Çünkü; sorun; siyasi ve iktisadidir, din ve kültür farklılıkları ise enerji merkezlerindeki çatışmaya meşruiyet sağlamaktadır. Nitekim 12-13/11/2006 İstanbul Üst Düzey İnsanlar Toplantısında BM Genel Sekreteri bu tespiti vurgulamıştır. Aslında sorun hiçbir inanç olmamıştır, ama inananlar ve onların birbirlerine karşı nasıl davrandıkları sorundur ve çatışmayı beslemektedir. Ön yargılarımız, ön kabullerimiz kararlarımızı nasıl etkilediği hususunu gözden kaçırırsak, halkı kendi ideolojileri yönünde sevketmek isteyenlerin dini değerleri istismar etmesine vesile oluruz, bu da sonuçta çatışmayı besleyen unsur olarak ortaya çıkmaktadır. O halde basmakalıp ifadelerden, genellemelerden, peşin hükümlerden uzak durmalı; Birey/gurup tarafından işlenen suçların bir dine yüklenmesi hatasından dönmeliyiz.
Medeniyetler arası çatışma tezlerini yoğun olarak tartışıldığı soğuk savaş sonrası dönemde 11.Eylül 2001 saldırısı dinin çatışma unsuru olarak kullanılmasına önemli katkı yaptı. Çünkü Pentagon (askeri), ikiz kuleler (ekonomi) ve Parlamento (siyaset) merkezlerine yapılan menfur saldırıyı, ABD küreselleşmenin dış düşmanları ve küresel terörizm taraftarları tarafından yapıldığını söyleyerek bir dizi askeri-siyasi ve iktisadi önlemler aldı. Artık: 11 Eylül 2001: Enerji Savaşları Yüzyılının Başlangıç Tarihi olarak anılacaktır.
Afganistan ile doğrudan başlayan bu süreç, Filipinler, Kenya, Gürcistan, Yemen; Kore Venezüella, Kolombiya gibi dünyanın birbirinden coğrafi olarak farklı ama yeraltı ve yerüstü zenginliklerin bol olması açısından benzerlikleri olan bölgelere doğrudan müdahale devam etti. Adına da Yeni Dünya Düzeni dedi.
Bunun teorik arka planını Tarihin Sonu ve Medeniyetler Arası Savaş Tezi sağladı. Özgürlükleri askıya alarak Güvenlik Merkezli kurulmaya çalışılan Yeni Dünya Düzeninde Biricik Güç ABD’dir. O dönemde 15 Avrupa ülkesinin biraraya gelerek oluşturduğu AB, parlamentosu, vatandaşlık hakları bildirgesi, hukuk sistemi, bayrağı, para birimi, marşı ve 60 bin kişilik Acil Müdahale gücü ile ekonomik ve politik açıdan oldukça önemli gelişmeler kaydetti. Ve diğer bir küresel güç olarak ortaya çıktı. Rusya, SSCB’nin dağılması süreciyle, etki alanını merkeze çekerek, yeniden toparlandı, buralardaki siyasi ve kültürel gücünü kullanarak yeniden küresel güç olma yolunda. Çin zaten küresel aktör olarak bütün dünya ile ilgileniyor. Bunu en iyi siz biliyorsunuz, biz de biliyoruz, çünkü Suriye yangın yerine döndü ve komşumuzdan kaçanlardan 250.000 kişi Türkiye’de. PKK etnik terörü ile uğraşıyoruz, biliyoruz ki, bu etnik terörün arkasında büyük güçler var. Buna rağmen, İslam dünyasında parlamenter sistem arayışı, laik ve demokratik yapısı ile bu sorunların üzerinden gelmeye çalışıyor, yeni anayasa yazımı sürecindeyiz. Geçen hafta başbakanımız burada idi ve yaptığı açıklamaları biliyorsunuz.
Medeniyetler/Kültürler/Dinler Arası Uyum Ve Uzlaşmanın Aktörü: Türkiye
1. Tarihsel ve Kültürel Birikim:
Yaklaşık 24 milyon kilometre karelik bir alanda çok dilli, dinli, ırklı bir devlet olarak kurulan Osmanlı birikimi ve deneyimini tevarüs eden Türkiye Cumhuriyetinin kökleri Islahat ve Tanzimat fermanlarına kadar ulaşan, I ve II. Meşrutiyet ilanlarıyla ivme kazanan bir parlamento tecrübesi vardır. 1800 li yıllarda kurulan Osmanlı Ayan Meclisi, bir demokrasi uygulaması olarak görülürse, milletimizin demokrasi deneyimi iki yüz yıllıktır.
Bu yoruma itiraz gelebilir; ama ilk seçimin 1877 yılında yapıldığını düşünürsek, 132 yıllık bir parlamento geleneğimizin (1946 seçimleriyle itibaren) 63 yılı ise çok partili olduğu bir gerçektir. Osmanlı devleti 3 Kasım 1839 (26 Şaban 1255) Tanzimat Fermanı adı verilen Hatt-ı Humayunu ile iç ve dış yapısında Batı ile bütünleşmeye (modernleşmeye) yönelik ilk ciddi adımını attı. Tanzimat’ın getirdiği reformlar, İlk Parlamentonun ilanı (1876-1877) ile zirveye ulaşan bu sürecin 1699 Karlofca antlaşmasına kadar geri götürülebilecek bir boyutu da vardır. Hatta bu antlaşma Osmanlıların Batı medeniyetine yönelik hareketi olarak da değerlendirilmektedir.
Bu süreç, 1860 ve 1870de Genç Osmanlılar; 1908 de Jön Türklerle devam etmiştir. Bu akım, Mustafa Kemal tarafından genişletilerek 1920 li yıllara getirilmiş ve yeni devletin temelleri atılmıştı 
Laik, istikrarlı ve demokrat bir Türkiye, tarihsel deneyimleriyle birlikte, Avrupa Birliğinin, Hıristiyan, Yahudi, Müslüman ve Ateistlerle birlikte yaşanabilecek çoğulcu ve çok kültürlü Avrupa Birliği anayasası inşasına katkıda bulunabilir. Çünkü Türkiye; İslam dünyasına yönü sürekli muasır medeniyet seviyesine ulaşmaya doğru olan, halkı dini ve kültürel geleneklere bağlı; çoğulcu demokrasi; temel hak ve özgürlüklere inanan uluslar arası dayanışma ve işbirliğine açık, özgüvenli bir ülke olarak
Medeniyetler Arası savaş yerine medeniyetler arası uyum ve uzlaşmanın simgesidir. Nitekim; yüzyıllarca Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu dini, kültürel ve ırki farklılıklar ilahi risaletlerin birliği anlayışı gereği korumuş, asimilasyon ve entegrasyon uygulamamış, farklılıkları aykırılığa dönüştürmeden bir arada tutmuş bir geleneğin temsilcisidir. Bunun gereği olarak;
1.    Huntington’un Medeniyetler Savaşı Tezindeki Batı dışı kültür ve medeniyetlerin içe kapanmış ve tecrit edilmiş olduğu tezini çürütür.
2.    Huntington’un Batılı değerleri aynen kabul etmeliler tezini denemiş, bu yönde önemli kararlar ve uygulamalar ortaya koymuş ve aksaklıkları görmüştür.
3.    Huntington’un Batılı kültür ve medeniyetler ile ittifak yapmalı önerisini AB projesi olarak resmen takip ediyor.
2. İslam Dünyasının Durumu:Patrimonyal/Ataerkil Yapı
Türkiye’nin İslam dünyasındaki konumunu daha iyi netleştirmek için diğer ülkelerin durumuna bakmak gerekir:
Irak’da Tikriti kabilesi vardı tasfiye edildi, devletin geleceği meçhul. Suriye’de Nusayri mezhebi bağlamında Esed kabilesinin halkına neler yaptığı ortada. Ürdün’de Haşimi kabilesi, Suudi Arabistan’da devlete ismini veren Suudi kabilesi işbaşındadır. Libya’da Kaddafi’nin İslam sosyalizmi adı altında monarşik bir yapı idi, devrildi, Libya yaralarını tamir etmeye çalışıyor.
Mısır’da Nasır döneminde denenen sosyalizmden sonra ordu destekli hükümetler yönetimdedir. Mubarek adı konmamış ama ebedi liderdir, oğlunu veliaht olarak hazırlama çalıştı, ama başaramadı, şimdi idam ile yargılanıyor. Fakat Mısır durulmadı, çatışmalar hala devam ediyor.
Nijerya ve Sudan, İslami değerlerin öncelendiği siyasal yapılar olarak ortaya çıkmaya çalışmaktadır ama buralarda Hıristiyan-Muslüman çatışmaları yaşanmaktadır. Nitekim sudan iki ayrılmış sayılır. Mali’de Fransa’nın yaptığı operasyonu biliyorsunuz.
Afganistan ve Pakistan’daki siyasal durumu ise açıklamak yaşanan gelişmelere dikkat edildiğinde fazla zor olmasa gerek. Endenozya, Suharto’nun 32 yıllık tiranlık yönetiminden sonra seçimle yönetime gelen ılımlı İslamcıların başı da yaşanan iç kargaşalar ve din savaşları ile dertte.
Hindistan, Keşmir sorunu yüzünden Pakistan ile sürekli gerginlikler yaşarken, içeride Müslüman Hindu savaşları ile sarsılmaktadır. İran, şahın monarşi yönetimini devirden sonra Caferi mezhebini merkeze alan İslamcı bir yönetim var. İran-İsrail ve ABD gerginliği had safhada. Maddi açıdan en müreffeh devletlerin bulunduğu körfezdeki Kuveyt, Umman gibi diğer Arap ülkelerinin durumu da siyasal açıdan bundan farklı olmayıp yıllardır kabilecilik öğretisi/monarşi ile yönetilmektedir. Arap Baharı adı altında yapılan yeni ekonomik merkezli düzenlemeye küresel güçlerle ittifak yaparak direnmeye çalışıyorlar.
Kısacası hem İslam âleminin şu andaki yönetimlerine baktığımız zaman, Emevi döneminde başlayan saltanat/patrimonyal/kabilevi yönetimin Cahili dönemlere taş çıkartırcasına devam ettiğini görüyoruz. Görüleceği üzere, İslam dünyasında hala tek demokratik yapı Türkiye Cumhuriyetidir.
Sonuç: Eğer dinin çatışma değil de, uzlaşmanın temel unsuru olunması isteniyorsa, din derslerinin zorunlu olarak, devlet okullarında mukayeseli bir şekilde, bütün ilahi ve beşeri dini kültürleri anlatacak şekilde okutulmalıdır. Ayrıca dini ilimler ile pozitif bilimlerin bir arada okutulduğu  imam hatip benzeri okulların açılması çabalarını desteklemek ve bunun için gerekli yasal düzenlemeler desteklenmelidir. Ama bunların mevcut dini anlayışlardaki kaosun giderilmesinde yeterli olamayacağı açıktır.
Buna ilaveten sivil inisiyatif tarafından finanse edilen Medrese, Enstitü ve İslam üniversitesi gibi kurumların öğretim kadroları ve öğrencileri, Devletin kuracağı yeni din eğitimi kurumları (İmam Hatip Lisesi ve İlahiyat Fakültesi) şeklinde yapılanmalıdır. Bu eğitim ve öğretim açısından yapılması öngörülen husustur,ama bu da yeterli değildir, çünkü buralardan mezun olan gençlerin istihdam alanını açısından önemli olan Müftiyat (Kırgızistan Müslümanları Dini İdaresi) devlet teşkilatı içerisinde yer alan bir kamu kurumuna dönüştürülmelidir. Eğer böyle resmi bir kurum olursa, ülkedeki Cami ve Kur’an Kursu yapımı, açılması ve hizmet yürütmesi düzenli hale gelecek, dinin sömürülme ve siyasal hükümranlık iddialarına meşruiyet sağlanmasının önüne önemli oranda geçilebilecektir.