Türk siyasi tarihinde belli kırılma noktaları vardır. İlki, Atatürk’ün vefat yılı olan 1938’ dir. Siyaset şaşkına dönmüştür. Cumhuriyet’in emniyet kilidi olan İsmet İnönü işbaşındadır ancak onun varlığı da yeterli olmayacaktır. 1945 yılından itibaren ABD ve diğer batılı ülkelerle flört etmeye başlayan siyaset, ufaktan ufaktan yalpalamaya başlamıştır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) içi cadı kazanı gibi kaynamaktadır. İkinci kırılma 1950 yılında gerçekleşir. Tek partili dönem, yerini Adnan Menderes’in Demokrat Parti’sine bırakır. Atatürk’ün “ekonomik bağımsızlık” politikalarını yavaş yavaş terk eden Menderes hükûmeti, dışa bağımlı bir siyaset izlemeye başlar. Amerika, “siz üretmeyin biz size satarız” demiş, bir de üstüne yardım göndermiştir. Amerikan yardımıyla birlikte yabancı mallar da piyasaya hâkim olmaya başlamıştır. Menderes, kalkınmanın önemli bir koşulu olarak kabul ettiği “kredili yatırımı” benimsemekte ve ülke hızla borçlanmaktadır. Halk ise Atatürk’ün ısrarla üzerinde durduğu “Muasır Medeniyet” hedefini, Batı taklitçiliği olarak anlamakta; kültür, sanat ve pek çok konuda Batı hayranlığı ön plana çıkmaktadır. Atatürk’ün “Türk, öğün, çalış, güven” özdeyişi ise yerini Batılı ülkelere karşı bir aşağılık duygusunun oluşmasına bırakmaktadır. “Avrupa’da olsaydı şöyle olurdu, Amerika da olsaydı böyle olurdu”

“…Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” sözleri ve en büyük devrimlerinden biri olan Türk Dil Devrimi’ de rafa kaldırılmış, Türkçe konuşurken araya yabancı kelimeler alınması moda haline gelmiştir. Türk malları da giderek yerlerini yabancı mallara bırakmaktadır.

On yıllık Demokrat Parti iktidarında Cumhuriyet’in ilk iflası yaşanmış, 1958 yılında borç erteleme isteyen ve elini kolunu IMF, Dünya Bankası ve ABD’ ye kaptıran Türkiye’ de 1960 ihtilâli ile üçüncü kırılma gerçekleşmiştir. Demokrasiye kısa bir ara verilmiş ancak yeni Anayasa ile Cumhuriyet’in değerleri büyük ölçüde koruma altına alınmıştır. Alınmıştır alınmasına da ülkede artık halk “köylü, şehirli” ya da “ memur-işçi” olarak çoktan bölünmüştür. Paranız olsa bile eğer halktan biriyseniz şehir kulüplerinden içeriye adımınızı atamazsınız…

yirmi yılda da siyasi hayat ve ekonomi bir türlü düze çıkamaz. Artık Türkiye tam bağımsız değildir. Ekonomisi bütünüyle dışa bağımlıdır. Türk gençleri ise “sağcı-solcu”, komünist-kapitalist”, “dinci- dinsiz” olarak bölünmüş ve birbirlerini düşman ilan etmişlerdir. Nihayet Türk siyasi hayatının en büyük kırılmalarından biri daha gerçekleşir; 1980 ihtilâli... Ordu yine yönetimi ele almıştır…

1980 ihtilâlinin ardından Turgut Özal iktidarı- Anavatan Partisi- iş başındadır. Dünyada Liberal (Serbest Piyasa) rüzgârları esmektedir. Türkiye’deki siyasi iktidar hemen kolları sıvar ve ithalat kapıları ardına kadar açılır. Menderes döneminde yabancılara petrol arama konusunda verilen imtiyazlar bu dönem daha da artırılır. Döviz (yabancı para) kullanımı ve taşınması serbest bırakılır. İğneden ipliğe her şey dışarıdan alınmaktadır. Halk, yeni tanıştığı yabancı mallara büyük bir iştahla saldırmakta, Çikita muz, Anamur muzunu piyasadan silmektedir. Köylü artık “milletin efendisi” değildir. Dövizle alış-veriş ise çok sevilmektedir. Atatürk’ün kurdurduğu fabrikalarda yerli üretim yavaş yavaş durdurulmakta, Batının “özelleştirin” dayatması ile dev fabrikalar ve Kamu İktisadi Kuruluşları özelleştirilme kapsamına alınmaktadır.

Gayrimenkul alım-satım ve kiralama işlemlerinde Amerikan Doları ile Alman Markı başı çekmektedir. Sıradan vatandaşın bile cebinde Türk lirasından çok yabancı para bulunmaktadır. Yaygın kanı şudur; Tonton Özal, Türkiye’nin bakış açısını medeni dünyaya yani Batı’ya çevirmekte ve Türkiye’ye “çağ atlatmakta” dır... 1958, 1980 ve 1986 yılı ekonomik iflaslarında yaşananlar ise çoktan unutulmuştur.

Özal vefat etmiş, ekonomi tıkanmıştır. 5 Nisan 1994 ekonomik kararları ile Türk ekonomisi bir kez daha iflas bayrağını çeker. Türkiye, koalisyon hükûmetleri ile tarumar edilirken, ithalat çılgınlığı da hız kesmemektedir. Dolar karşısında adeta yerlerde süründürülen Türk lirası kendi ülkesinde bile rağbet görmemektedir. Ekonomik kararların ardından ağır iflaslara neden olan dövizli borçlanmaya dayalı ticaretten ne iş dünyası ne de vatandaş bir türlü vazgeçememektedir. Halk, kendi parasına asla ve asla güvenmemektedir…

1998 yılında uygulamaya konulan sıkı para politikası ve enflasyonu düşürme programı ekonomik daralmayı önlemeye yetmez. 1999 yılının Aralık ayında hükûmet ile IMF arasında yeni bir anlaşma imzalanır ancak bu da yeterli olmaz. Zaten bıçak sırtında duran ekonomi, siyasilerin birbirlerine Anayasa kitapçığı fırlatması ile çığırından çıkar. Tarih, 21 Şubat 2001’ dir. Adına “Kara Çarşamba” denilen günde borsa çakılır, faiz fırlar, firmalar iflas eder ve ABD’ den ithal edilen Kemal Derviş ile IMF’ nin yeni bir “güçlü ekonomiye geçiş” programı uygulamaya konulur.

Türk siyasetinin en büyük kırılması “karşı devrim” 3 Kasım 2002 seçimleri ile gerçekleşir. Erken seçim sonucunda siyasi iktidar değişir ve muhafazakâr görüşlü Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iş başına gelir. IMF’ nin “güçlü ekonomiye geçiş” programı yeni hükûmet tarafından da aynen uygulanmaya devam edilir.

AKP döneminde Cumhuriyet rejimi değişmiş, yerini tek adamlığa dayalı Cumhurbaşkanlığı sistemine bırakmıştır. (Türk tipi başkanlık sistemi). Başbakanlık tarihe karışmış, Parlamenter sistem büyük ölçüde devre dışı bırakılmıştır. TBMM’ nin içi konu mankeni olmaktan öte geçemeyen 600 vekil ile dolmuştur.

AKP’ nin 16 yıllık ekonomik uygulamaları da Türkiye’yi düze çıkartmaya yetmemiştir. İnşaat sektörüne dayalı ekonomide paralar adeta betona gömülür, müteahhitler zengin edilir. Dış borç inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. IMF’ ye olan borç ödenmiş ve bir daha kapısı çalınmamıştır ancak bu dönemde IMF’ nin yerini uluslararası finans kuruluşları almıştır.

2018 yılı geldiğinde 3 Kasım 2002 seçimlerinden önce 1.687, 268 TL olan Amerikan doları, Cumhuriyet tarihinde görülmeyecek bir hızla yükselerek 12 Ağustos 2018 tarihinde 7,0970 TL’ ye ulaşır. Alman Markı’nın yerine benimsenen Avrupa para birimi Euro’da dolara paralel olarak 8 TL sınırını aşar… Piyasalar yangın yerine döner, fiyatlar baş döndürücü bir hızla yükselir. Olan yine vatandaşa olmuştur.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Elinizdeki dövizlerinizi bozdurun, kira sözleşmelerinizi döviz cinsinden değil TL cinsinden yapın” çağrısı ve hatta bununla ilgili bir de Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çıkartılması işe yaramaz. Dolar ilerleyen aylarda ancak 6 TL’ nin altına düşebilmiştir.

Cumhuriyet döneminin tüm ekonomik değerleri şeker fabrikaları da dâhil olmak üzere “babalar gibi” satılmış, üretime dayalı ekonomik sistem tamamen terk edilmiştir. Türkiye, samanını ve etini bile dışarıdan ithal eder hale gelmiştir. İşsizlik kronik bir hale dönüşmüş, Enflasyon canavarı ise yüzde 25’lere yaklaşarak yeniden “merhaba” demiştir.

Geçen yıllarla birlikte soyluların dili olan Fransızca önemini kaybetmiş yerini İngilizce almıştır. Sokaklar İngilizce tabelalarla donatılmakta, firmalar hatta isimler bile yabancılaşmakta, tabelalarda Türkçenin yanı sıra İngilizce de yer almaktadır. Konuşma dilinde bu kez İngilizce kelimeler araya sıkıştırılmaktadır. Türkçe sevdalısı bilim insanlarının uyarıları fayda vermemekte, özel okullarda ve üniversitelerde “yabancı dilde” eğitim furyası hızla yayılmaktadır. Türk çocuklarını, yabancı dilde düşünmeye zorlayan eğitim sistemi giderek tehlikeli bir zihinsel dönüşüme yol açmaktadır.

ülkelerinin Türkiye’de çok sayıda gayrimenkul alması ile nüfusu beş milyona yaklaşan Suriyeli mültecilerin de etkisiyle Arapça her yerde ağırlığını hissettirmeye başlamıştır. Artık tabelalar üç dilde oluşturulmaktadır; Türkçe, İngilizce ve Arapça. Bu arada özellikle Güneydoğu’da, “açılım” sürecinde başlatılan Kürtçe tabela asılması konusundaki serbestliği de ekleyecek olursak Türkiye’ de resmi Dil olan Türkçenin yanında üç yabancı dilin daha yer aldığı gerçeğini görmezden gelemeyiz.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ısrarla işaret ettiği “muasır medeniyet” seviyesinin “yabancı hayranlığı” ve “yabancıları taklit etmek” olduğunu zanneden Türk insanı ne yazık ki diline, parasına ve yerli malına ihanet etmiş, etmeye de devam etmektedir. Millet olarak, ekonomideki yeniden dirilişin, kendi öz değerlerimize sahip çıkmakla gerçekleşeceğine inanmak, topyekûn bir millî uyanışı gerçekleştirmek zorundayız. Aksi takdirde gelecek günlerin neler getireceğini tahmin etmek çok da zor değildir.