Ne bildiğimiz demir parmaklıklar, ne çelik bir kafes… Daha kitabın ilk bölümünün sonlarında yazıyor: “Mutluluğu arayanlar büyük bir gözaltındaydılar.”

Türkiye’de bir milat gibidir 1980. Bıktırırcasına konuşur insanlar, “80 öncesinde şu olmuştu, 80 sonrasında bu olmuştu” diye… 80 öncesinin yazarları vardır, 80 sonrasının dönekleri vardır. Sanki bütün kötülükler 1980’de yapılmıştır. Sanki yapılan bu bütün yanlışlar 1980’li yıllarla beraber son bulmuştur. Eski solcular 1980 öncesindeki gençlik anılarını, karıştıkları öğrenci olaylarını, 80’li yıllardaki “hapishane” hayatlarını anlatıp dururlar. Bunun dışında bir “hapishanenin” varlığından haberdar olan tek şahıs Çetin ALTAN gibidir…

Ne işkence korkusunda geçirilen gözaltı günleri, ne gardiyanlar. Başka bir hapishane, başka gözetleyenler vardır: “Hayatında gözaltından kurtulduğun oldu mu? Hangi lokantaya gidersen git gözaltında değil miydin? Başlar dönüp bakmaz mıydı yanında kim var diye? Hangi eve girersen gir, başlar uzanıp izlemez miydi nereye girdiğini, kiminle girdiğini… Kiminle konuştun, kimi aradın, kim aradı… Önceki gün sizi görmüşler, şuradaymışsınız; dün tek başınıza yürüyordunuz, bizi görmediniz… Hayatında gözaltından kurtulduğun hiç oldu mu? Bir karanlık odada bile dudak dudağa olduğunda bile…”

Yıllar öncesinde okuduğum bir romandı Büyük Gözaltı. Cesur bir kitap. 1972’deki ilk basımının ardından 1973 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü almıştı. Yirmi yıldır kafamdan atamadığım bir kitap. Okuması için vermiş olduğum arkadaşım Zeliha’yı aradım, evinde bulamadığı kitabın ilk basımını internetten bulup satın alıp getirmiş, sağ olsun. Yıllar sonra takıntıları olan biri olarak kitabı yeniden okuma ihtiyacım, her nasılsa dayanılmaz boyuttaydı. Birebir cümleleri görmek, o gün yaşanan hayatın bugün yaşadığımız toplumsal baskıyla aynı olduğunu görmek demekti. Ve sonra oradaki gibi soracaklardı: “Söyle onu niye öldürdün?”

Çetin ALTAN’ın hayatına damga vuran, çocukluktan gençliğine uzanan dönemde yaşadıklarını cesurca romanlaştıran BÜYÜK GÖZALTI isimli kitap, Türk edebiyatında eşine kolay rastlanamayan bir açıklıkla kaleme alınmış. Sadece gerçekler var orada, üstelik kadın olarak yaşadığımız zorlukların aynısını bir erkeğin anlatımında buluyoruz. Cinsel soruların birbirini gözetlemeye yol açtığı, herkesin mutluymuş gibi rol yaptığı bir toplumda yaşıyoruz hâlâ. Ve kitaptaki çarpıcı cümleler kafanıza kazınıyor: “Herkes gizli açık hiç durmadan pipilerle kutuların serüvenlerini gözetliyordu.”

Çetin Altan, Büyük Gözaltı kitabını 1972’de ben bir yaşındayken yazmış.

Yıl 2017. Zaman kavramı neyi değiştirebilir? Açık havadaki işkence odasında da her gün soru sormuyorlar mı?

En meşhur olan soru şudur: -Nerelisiniz? Başlangıçta soru normal gibi gözükse de stratejiktir. Türkiye’de çeşitli bölgeler, etnik ya da mezhepsel gruplar vardır. Karşındaki sana başlangıçta direkt olarak “Alevi misin? Sünni misin?” diye soramaz. Bu soruyu sonraya saklar. Önce şehir, bölge sorar. Cevaptan tatmin olmazsa, dedenin-ninenin oraya hangi şehirden, hangi köyden göçtüğünü sorar. Cevap verdikçe sorular uzar. Senin de bu klasik, ucube sohbetten zevk almanı bekler.

“Merhaba” diyene cevap versen, ahretlik soruyu sorar: -Evli misiniz? Cevaba “evet” desen, ikinci soru gelir: -Eşiniz ne iş yapıyor? Ne uydursan, arkadan başka sorular gelir, o bitince de çocukla ilgili sorular başlar… Cevaba “hayır, bekârım” desen daha beter. Sorgudaki işkenceler büyür: -Yeniden evlenmeyi düşünüyor musunuz? “Evet, düşünüyorum” deseniz, acaba hakkınızda ne düşünürler, çok mu hevesli görürler? “Hayır, evlenmeyi düşünmüyorum” deseniz, sorgunuz devam edecektir: -Olur mu daha gençsiniz. Yalnızlık çekilir mi? İyiliğin için söylüyorum…

Sanki sizin aklınız yetmiyormuş gibi, sizin yerinize neyin iyi olacağına kendileri karar vermeye kalkarlar. Kötü durumda olan siz değilsinizdir aslında. Kötü durumda olan kendileri ve ikiyüzlü evlilikleridir. Bu durumda zekâ ve kültür seviyesi düşük insanların sizi yönetmesine nasıl izin verirsiniz? Kendileri mutsuz olan insanların, sırf özgürlüğünüzü çekemedikleri için, kendileri gibi kafese kapatmaya çalışmalarına elbette izin veremezsiniz.

Soru soran kadınsa bir türlü, erkekse başka türlüdür. Kadınlar kadınları potansiyel tehlike olarak görürken, erkekler daha faydacı bir yol izlerler. Her mücadele, adı konmamış örtülü savaşlarla yürür.

Çok tuhaf! Hayatım boyunca yeni tanıştığım, eski tanıştığım hiç kimseye özel hayatla ilgili “meraklı sorular” sormadım. Çünkü merak etmiyorum. Karşımdaki çok sorunca, ayıp olmasın diye birkaç soru sorup pişman olduğum olmuştur. Sadece kendiliğinden gelişen samimi sohbetlerde, şayet karşımdaki anlatırsa dinlerim, ya da kendim anlatmak istersem anlatırım. Böyle durumlarda ancak işin doğal akışında sorular ve cevaplar olabilir ve sohbetler keyif verebilir. Ne hikmetse, ben soru sormadıkça, meraklı sorular üstüme kurşun gibi yağmıştır. Karşınıza her çıkan insana kendi hikâyenizi defalarca anlatamayacağınıza göre ne yapmak gerekir, bilemiyorum. Belki, dedikoducu ve meraklılara özel bir broşür bastırabilir ve çenenizi fazla yormadan ölümcül sohbetlerden sıyrılabilirsiniz! Ya da “stop!” diyerek sosyal medya hesabınıza yönlendirebilir ve oradaki sınırlı bilgiyle yetinmelerini sağlayabilirsiniz! O da yetmezse yüzünüze “kişisel soru sormak yasaktır” şeklinde bir dövme kazıyabilirsiniz. Fakat bunların da onları durdurabileceğini sanmıyorum. Son çare Alaska belgeselinde izlediğim, “insanlardan kaçan insanlar” gibi davranmak olabilir!

Acımasızlık sadece fiziksel şiddetle olmuyor. Sözgelimi, yetimhanelerde büyüyen yüzbinlerce çocuk var. Annesi ölmüş, babası ölmüş çocuklar var. Boşanmış aile çocukları var. Onlara okullarda bir ailenin anne-baba ve çocuklardan oluştuğunu anlatamazsınız. Ben bu konularda korkağım. Onlara “Annen-baban nereli? Ne iş yapıyorlar?” şeklinde kazara bir soru geleceğinden korkarım. Yine sözgelimi, çocuğu olamayan kadınlar var. Onlara “Çocuğun var mı? Çocuk yapmayı düşünüyor musun?” diye patavatsızca bir soru gitmesinden korkarım. İşsizlere “Nerede çalışıyorsun?” diye yanlış bir soru gitmesinden korkarım. Bu yüzden, karşımdaki kendisinden bahsetmeden önce asla derinlere dalmam, gereği de yoktur zaten. İnsanları özel hayatlarından, belden aşağı vurmam. Terbiyesiz insanların ağzına yapıştırdığım cevaplar dışında…

Toplumsal baskıyı Büyük Gözaltı kitabında oldukça akıcı bir şekilde anlatıyor Çetin Altan. Aile sorunlarıyla kendi dünyasında gözlemler yaparak büyüyen bir çocuğun gözünden, toplumdaki çarpık cinsel anlayışı ve baskıyı irdeleyen, bir solukta okuyacağınız çarpıcı bir kitap bu… 1971’in 12 Mart muhtırasının karışık siyasal atmosferinde, bir yazarın hissettiği işkence korkusunun soluğunu da içinde barındırıyor. Cumhuriyetin ilk yılları, dönemin sıradan insan figürleri, zaman zaman yaşanan ekonomik sıkıntılar, insanların birbirine bakış açısı sizi çocukluğunuza götürüyor. Yani kitabın yazımının bittiği yıllara. Ondan sonrasını siz kendiniz yazıyorsunuz, bugüne getiriyorsunuz. Pek çok şeyin değişmediğini görerek…

Çetin Altan 2009 yılında, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın elinden “2008 Yılı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü”nü almıştı. Kültür Bakanı, dönek solcu Ertuğrul Günay idi. Tayyip Erdoğan yaptığı konuşmada, Çetin Altan’a ve Nazım Hikmet’e geçmişte yapılan siyasi baskıları eleştirmişti… Tayyip Erdoğan şimdi Cumhurbaşkanı. 2017 itibariyle Türkiye’deki hapishanelerde 150 gazeteci veya medya çalışanı yatıyor. Bunlardan biri de eski AKP’li ve her dönemin yandaş gazetecisi, Fethullahçı televizyon kanallarının abonesi Nazlı Ilıcak. Diğerleriyle beraber, terör örgütü üyesi olmaktan yargılanıyor.

Bugüne kadar Çetin Altan’ın oğulları Ahmet Altan ve Mehmet Altan’ı, taraflı Taraf Gazetesi’ni eleştiren çok ağır yazılar yazdım. O dönemlere ait, Tayyip Erdoğan’ın demokrat olduğunu sanan AKP şakşakçısı, yalaka ve dönek solcuları yerden yere vurduğum yazılarım var. Ne yazık ki demokrasi tramvayına binip işleri bitince inen dincileri bizim kadar net göremeyenler, şimdi hapishanelerde çürüyorlar. Çetin Altan gibi kalemi kuvvetli ve siyasi deneyimi olan bir yazarın, babasının soyadıyla geçmişte sosyal öncelik kapan oğullarının düştüğü durum vahim. Altan kardeşler, yıllarca değirmenine su taşıdıkları Tayyip Erdoğan’la İkinci Cumhuriyet hayallerini yürürlüğe koyamadılar. Onun yerine, kodesi boyladılar. Sessiz kaldıkları, hatta tutuklanmasını destekledikleri, 2007-2014 arasındaki Ergenekon-Balyoz davalarında hapislerde çürüyen aydınların, hapisten çıktıkları koğuşlarda şimdi kendileri yatıyorlar. Demek ki babalarının kitaplarını dikkatli okumamışlar. Zira asıl “ büyük gözaltı” muhafazakâr zihniyetlerden çıkar, laik Atatürkçülerden değil. Silivri cezaevindeki tutuklu Atatürkçüleri milyonlar destekledi ama dinci Fethullah Gülen Cemaatinin basın-yayın organlarındaki dönek solcuları savunan bir halk kitlesi yok. Dolayısıyla iktidara taşıdıkları muhafazakâr zihniyet, önce kendilerini hapsetti. Yine de diyorum ki; keşke işlemedikleri bir suçtan değil, mesela bir trafik cezasından orada olsalardı.

Şimdi onları da sorgulayacaklar. Neredeydin, kiminle görüştün, ne konuştun? Makaleyi kimin ağzından yazdın, hangi terör örgütünün propagandasını yaptın? Başbakana neden hakaret ettin? CIA ajanı mısın, MOSSAD ajanı mısın? FETÖ’ye nasıl hizmet ettin, örgütün tepe yönetiminde kimler var? Kaç para aldın, kimden aldın, kime verdin?

Ve sonra soracaklar: -Söyle onu niye öldürdün?

Belki kitabın sonundaki gibi bir cevap verilecek: -Ben aslında ipekböceğini kozasının içindeyken öldürmüştüm.

Belki de bizim tarafımızdan daha açık bir cevap verilecek: -İtiraf ediyorum, evet öldürdüm. Bunu yapan insanları aslında çok önceleri içimde öldürmüştüm…