Bedbaht insan; bu yazıda endüstrileşmenin, iktisadi gelişmişliğin çıkardığı bunalımda olan insan tipi olarak ele alınmıştır. Özellikle burada sanayi devrimi dönemini yaşamış, sadece emeği değil ruhu da yıpratılmış ve çalınmış, iktisaden gelişmiş iyi koşullara sahip bir ortamda yer almasına rağmen ya çaresizlik sendromuna teslim olmuş, şartlandırılmış ve tepkisizleştirilmiş yada serzenişi ve şikayeti bitmeyen, ruhsal patlamalarla var olduğunu hisseden bir tipolojiden bahsedilmektedir.

Sanayi toplumunun ürünü bu tipolojiye kulak verelim ve süreci kendinden dinleyelim, bakalım ne kadar anlayacağız!
"Gel dediler koştum, rahat bir hayatı elde etmek adına. İşsizdim, ticaret mi? Sermaye yoksa o da neydi ki! Kaos belirsizlik, yokluk kuşatmıştı dört bir yanı ve sunulan işin fırsat maliyeti karın tokluğu yada neredeyse açlıktı, sıfırdı!.. O halde; işe asılmalı, kulu kölesi olmalıydım ağır ve kara demir kapılı, yüksek kiremit bacalı kömür kokan fabrikanın, o içine hapseden hatta yutan kasvetli mekanın. Elimle dokunduğumda kışları elime yapışan buz gibi metali, vücut sıcaklığımdan nerdeyse elli kat daha yüksek sıcaklıkta kor ateşlerde erittim, göz bebeklerimi yaksa da, bedenimi kavursa da verilen komuta uydum ve ateşle mücadeleyi oyun haline getirdim kendimce, düşündüğüm ve dikkatli olduğum kadar vardım yada en küçük dikkatsizlikte yoktum, buhardım. Lakin kitle üretimi, metal ve kültür arasında kesin bir doku uyuşmazlığı olsa da bir yanılsamayla, bir rol bulaşmasıyla sevda haline geldi zamanla, makine sesi, sıcak demir, yağ ve kömür kokusu… Oysaki benliğim adeta mutant bir karaktere dönüşüyor, kromozom sarmalım karışıyor ve yeni bir bileşimle sanayi toplumu çalışanı veya insanı oluyormuşum, fark edemedim...
Ve önce sanayileşmek için buhar gücü gerekti, buhar içindeki ısı enerjisi kinetik enerjiye dönüşmek için pür dikkat bekliyordu. Bunu sağlamak, çarkları çevirmek, makinelere can vermek içinse doğa cömertti, ormanlar ve yer altı ve üstü kaynaklar kömür vardı. Tabii gerekli enerji için ulaşabildiklerimi yaktım, yok ettim ve bunları yaparken cansız da olsa makineler duygularımı bir usta maharetiyle yakıp yok edermiş!
Ayrıca hep gücün sahipleri tanımladılar kimliğimi, yaptığım işi, işçisin emekçisin dediler, kimi sus, kimi koş dedi, makineydim artık bende düşünme yetimi elimden aldılar ve sonra makinenin esiri olarak üretim girdisi hanesine yazdılar adımı...

Enerji olmazsa olmaz! dediler, Yaratanın hizmetime verdiği doğayı elimden alıp benden uzaklaştırdılar. Sermayenin gözü dönmüş erki tarafından bitmeyen kalkınma yarışı çok ciddiye alınıp rekabet ve kâr hırsı en öne geçince; karbon ayak izi hesabı yapar olduk ve tehdit altındaki ozon tabakasının ozanı olmak durumunda bıraktılar. Bununla birlikte gelişmek kaygısında olan her toplumda aynı kaygılar oluştu ve hızla yayıldı, benzer sloganlar yarıştı “çevreyi, doğayı yeşili, dahası dünyayı koru!”. Bunun adına küreselleşme ve çözüm içinse Sivil Toplum göreve dediler ve hemen her topluma bu deli gömleğini giydirdiler. Oysa ki; gelişmişlerdeki doğa koruma tutkusu bir bakıma "Timsahın gözyaşları" gibiydi. Timsah avının hayatını sonlandırdığında ağlardı ama avı daha fazla ağlardı! Bir bakıma kazan-kazan'ın diğer karanlık yüzü olarak kaybet-kaybet hayat bulmuştu. Şimdilerdeyse doğayı, ürettiğim makineden medet umarak onun gölgesinde arıyorum, çalınan duygularımı makine çarklarında, kalıcı bellekte kayıtlı verilere ulaşarak almaya çalışıyorum. Formatlanmış belleği kurtarmak, verileri geri çağırmak mümkün olsa da, sanayinin karası, kromozom sarmalında açılan yaralar ve benliğime kazınan acılı izler yazık ki silinmiyor.
Ve bugünlerde yorulmak bilmeyen, dinlenmeden çalışan robotlar seri üretilip, rakamlarla isimlendirilip yerimi alıyorlar. Şimdilerde bakalım beni avutmak için daha ne masallar anlatacaklar. Belki “seni makinelerin efendisi yapıyoruz, kıral yapacağız”, diyerek yeniden aklıma girip koşmaya, koşturmaya başlayacaklar. Tabi ki; üretip esiri olduğum makine yeniden bana efendiliğimi teslim mi edecek, yoksa daha güçlü bir bağımlılık mı ortaya çıkaracak göreceğiz.
Artık su üzerine yazmak yerine bugünlerde makine üzerine yazarak kendimi ifade ediyorum ve kendimi arayışım devam ediyor. Belki de kendimi bulduğumda veya bulmaya çok yaklaştığım bir anda hükümsüz olduğumu anlayacak ve devamen şekil değiştirmiş metale veya dijitale teslim olacağım... Yada zor olsa da en önemlisi yaradılış kodlarıma geri dönecek, aslıma rücu edeceğim…"

Sonuç itibariyle; iktisadi kalkınma pahasına asli ve kadim değerlerden, insandan ve insani değerlerden vazgeçmek söz konusu olamaz. Buna göre değerlerimizi geliştirerek korumak ve yaşatmak için sadece bir değişimin ortaya çıkması yönünde bir temennide bulunmanın ötesinde, insani değerlerin geliştirilmesine yönelik olarak çalışmanın her kesimin en önemli görevi olduğu dikkatte alınmalıdır…