-FİKİRLERLE  HADİSELERİN COĞRAFYA İLE İRTİBATI  III-
Takdim ve Tezekkür: Jeo felsefi okuma bağlamında bir önceki yazı da, Maturidi itikadi öğretinin Hanefi fıkhı içinde gelişmiş, Arap dünyasının siyasal entrikalarından kabileci/ebevi nizam anlayışından uzak bir bölgede, Buhara ve Semerkant’ta yeşermesinin özgünlüğü üzerinde durmuştuk.  Maturidilik, Arap dünyasındaki siyasal iktidarla meşruiyet unsuru olarak kullanılan Cebriyye ile Mutezile ikileminde sıkışan Eşaricilik ve sorunlarından uzakta gelişmiş bir öğreti olduğunu vurgulamıştık. 
Tefekkür: O halde, Din ile Devlet (Riyaset/Yönetim) arasındaki hassas çizgiyi korumak ve din ile siyaset arasındaki olası suistimalleri aza indirgemek için Maturidi’nin özgürlük, irade hürriyeti, sorumluluk ilişkisini nasıl kurguladığını düşünmemiz gerekiyor. Bu noktada bize Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinde bile anlatıldığı üzere, Mutezili öğretinin gerçekten de özgürlükçü olup olmadığını sorgulamak gerekiyor:
Soru: H.3/M.9 yüzyılda yaşamış olan İmam Maturidi, Semerkandlı’dır.  İbn Haldun’un ifadeleriyle söyleyecek olursak, asabiyeti, birlikteliği temin etmek için Nesep (etnik) ve sebep (Din) bağı olarak birebir örtüşen bu alimin öğretisi İslam dünyasında için ötelenmiştir? Hadi Arap dünyasında makul, 10.asırdan itibaren kademeli Müslüman olan Türk boylarında niçin teoride Hanefi-Maturidi olunmasına rağmen pratikde ötelenmiştir, diye soruyu tekrarlamak gerekiyor ki, günümüzü analiz edebilelim:
I. Tarihsel Temeller:
1. İmam Maturidi de resmi birimlere tıpkı İmam Ebu Hanife gibi mesafeli durmuştur. Dolayısıyla resmi kurumlarda öğretisinin yer almaması ve bu nedenle yeterince talebe yetiştirememesi İslam dünyasında yeterince tanınmamasına yol açmıştır denilmektedir. Bu makul mudur?
2. Aklı öncelemesi nedeniyle nakli önceleyen muhafazakar alimler tarafından görülmezlikten gelinmesi, hatta bu bağlamda otoritesinin Ebu Hanife’nin şöhretini gölgeleyeceği varsayımı da makul gerekçe midir? 
3. Özellikle Müslüman olmayan güçlere karşı savaşmak yerine Müslüman halkı karşı savaşan, müşrik ve tekfir kavramı ile mücadelelerine muşriyet sağlayan birimler tarafından, Maturi’dinn iman tanımı ve amel ile doğrudan irtibatlandırmaması, yani büyük günah işleyenlerin tekfir edilemeyeceğini söylemesinden dolayı Murcii olarak görülüp dışlanmış mıdır? 
Bu husus günümüzü anlamak için de önemli, şu anda Arap dünyasında kendilerini İslam devleti kurmak için görevlendirilen ve her türlü şiddeti yapanların tamamı müşrik ve kafir kavramlarını kullanıyor, mücadeleleri de öncelikle diğer Müslüman halklar olduğunu dikkatinize sunmak isterim. Bu gerekçe de makul değildir, çünkü Maturidi’nin Kaderiye’nin mukabili saydığı Murcie yönelik eleştirileri ortadadır. Bunu bilenler Murcii ithamının da geçersiz olduğunun idrakindedir. 
4. Üstelik, günümüzü anlamak için bir diğer şifre kavram var, Sünnilik: O dönemde Maturidi, Ehl-i Sünnet kavramını da  kullanmamıştır. Dolayısıyla siyasal yapılara meşruiyet sağlayan ve mevcut kamplaşmalara taraf bile olmamıştır. Bunlara ilaveten, akıla verdiği değerden dolayı Mutezili olarak da dışlanmaya çalışılmıştır.  Ama iddianın Irak’taki Hanefi alimlerin bazılarının Mutezili öğretiye yakın durduğu tezinden mülhem olduğu açıktır. 
Bu fikri/teolojik karmaşa normal, çünkü Horasan, Maveraünnehir bölgesi, Abbasilerin Emevilere karşı verdiği mücadelede teolojik alt yapıyı sağlayan özgürlükcü (Ehl-i Tevhid ve’s-Sıfat) söylemi  Mutezili (ayrılıkçılar) olarak nitelendirmesiyle birlikte bütün muhalif yapılar (Mutezili, Murcii, Zeydi, İsmaili ve Harici) bu bölgeye kaydı. Ama bizim için önemli olan husus, Arap dünyasının sorunları dışında şekillenen Maturidi öğreti’nin irade hürriyeti, sorumluluk ilişkisini en makul şekilde açıklayan özgürlükçü söylem olduğu ve din ile riyaset/yönetim arasındaki dengenin kurulmasına önemli katkı sağlayacağıdır. Bu noktada, gerçekten bizlere sunulduğu şekliyle “En Özgürlükçü İtikadi Yapı Mutezile Midir?” sorusunu analiz edelim:
II. Mutezili öğreti, özgürlükçü müdür?
Peki  İslam aleminde en özgürlükçü söyleme sahip olarak sunulan Mutezili ekol, ana bünyeden ayrılan, itizal edenler konumuna nasıl düştü? Emevilerin cahiliye dönemindeki kabilevi yapıyı merkeze alarak kurduğu devletin teolojik alt yapısını cebri/kaderi öğreti sağladı. 
Peygamberimizin veda hutbesiyle ilan ettiği temel insan hakları yani ırk, dil, cinsiyet ayrımını olmadığı, insanların tarağın dişleri gibi eşit olduğunu, üstünlüğün sadece ve sadece takvada olduğu söylemi ile kurduğu“faziletli yönetim” yerini timokratik idareye bıraktı. 
Timokratik Yönetim asaletin/aşiret/kabilevi yapının öncelenmesi demektir. Bu da hasisliğin, para sevgisinin önceliğini (oligarşi) ve güç sevgisini (Tiranlık) getirdi. 
Diyanet ve Riyaset’in sadece Peygamberimizin şahsında bütünleştiği, onda idari, siyasi ve dini liderliğin olduğu, ondan sonra kim ehil, basiretli, yönetici kabiliyeti ve muttaki ise yönetici olabilecekti. Nitekim ilk dört halifenin görev yapması, siyaset sosyolojisi açısından günümüzde olabilecek dört temel yöntemin denendiği bilinmektedir. 
Hz. Osman ile başlayan daha doğrusu onun hilmini suiistimal eden yakınları tarafından kabilevi yapıya ağırlık veren bakış açısı kabul görmedi. Karmaşa da başladı, neticede ilk dört halifeden sonra İslam dünyası tekrar cahiliye dönemi yönetimi olan kabileciliğe ve ebevi nizama yeniden teslim oldu. O günden itibaren Arap dünyasının hali pür melali budur. 
Emeviler, riyasetlerine diyanet ile meşruiyet sağlamak için “İmamlar Kureyştendir” hadisi/sözü ile teorik alt yapı oluştururken cebri öğreti, mevcut yönetimin kader olduğunun meşruiyetini temin etti. Abbasiler buna karşı mücadele verirken insanın bütün fiillerinde hür olduğunu, iyi ve kötü olanı insan aklının karar verebileceğini söyleyen özgürlükçü bir söylem (Ehl-i Tevhid ve’s-Sıfat) ile meşruiyetlerini sağladılar.
İktidara gelince, Kur’an’ın yaratılıp yaratılmadığı gibi ontolojik bir meseleyi, Hz. İsa’nın ezeli ve ebedi olduğuna dair Hristiyan tezinin Kur’an’dan hareketle temellendirilmesine karşı çıkan ve diyalektik/cedel yöntemi gereği de tutarlı olan bir bakış açısını genelleştirdiler.  Bu bakış açısı makuldür, çünkü Hz. İsa, Tanrı ve Ruhu’l-kudus üçlemesi ve ezeliliğini Hristiyan teologlar Kur’an’daki “kelimetullah” terimiyle de tasdik edildiğini söylüyorlardı. Mutezile de, ses ve harflerden oluşan Kur’an’ın mahluk/yaratılmış olduğunu, anlamının ezeli ve ebedi olarak kabul edileceğini söyleyerek bu tezin tutarsızlığını söylüyorlardı. 
Bununla birlikte, Hıristiyanlığa karşı itikadi açıdan oldukça makul olan bu söylemi içeride siyasal alana taşıdılar. Bunu kabul etmeyen Müslümanlar üzerinde bir baskı ve yıldırma (mihne) politikası uygulamaya başladılar. Burada en özgürlükçü diye sunulan söylemin bile iktidara gelince, baskıcı bir yapıya dönüştürülmesi önemlidir. 
Peki ontolojik bir sorun nasıl siyasallaştı diye soracak olursanız, Abbasi yönetimi de neticede bir kabilevi yapıydı, iktidarını hür ve özgür düşünen, yaptıklarından sorumlu olan bir teolojik söylem ile devam ettiremezdi. Bunun ötekileştirilmesi gerekiyordu, bunun için Halku’l-Kur’an meselesini siyasal alanda kullanabilirdi. Çünkü eğer Kur’an mahluk ise, o zaman belirli mekan ve zamanda belirli sorunları çözmek için gönderilen hükümler de mahluktur, dolayısıyla tarihseldir, yeni hükümler, yeni fetvalar yeni durumlara uygun olarak ortaya çıkarılabilir, ana ve temel anlamı korumak kaydıyla diye, bu söyleme sahip çıktılar. 
Buradan çıkan sonuç, İslam dünyasında teolojik akılcılık ve özgürlükçü söylem diye sunulan yapı da bir süre sonra kendi kendini ötekileştirdi ve gücü ele geçirence baskıcı ve totaliter bir yapıya büründü.  Bu nedenle, bizim tezimiz, Maturidi Öğreti, İslam dünyasında bu tartışmaların dışında kalıp, Allah ve İnsan’nın iradesinin müstakil alanları olduğu ve eylemi yapan ile yaratan arasındaki irtibatı, ortak noktayı rasyonel bir şekilde açıklayıp, insan sorumluluğunu ve iradesini ortaya koyandır. Dolayısıyla her hangi bir dini öğretinin siyasal meşruiyet için kullanılması ve kabullendirilmesine alet olmaz, meşruiyet sağlamaz. 
III. Bir Siyasal Meşruiyet Aracı Olarak Din:
İslamcılık adına yapılan siyasal ve kültürel müdahaleler, Müslüman halkların özgürlük ve temel insan haklarının artırmıyor, tersine, daraltıyor. Mevcut istikrarsızlıktan bölgede yaşayan Müslüman halklar dışında herkes yararlanıyor. O halde İbn Haldun merkezli söyleyecek olursak, bir kominal ruh, birliktelik, aidiyet sağlamak isteyen siyasi yapı, umran/medeniyet tasavvurunu pratiğe aktaracaksa, bedevi (konar göçer/kabilevi) yapıyı aşıp, hadari/yerleşik ve medeni bir tutum ve tavırla bunu yapabilir.  Bunu, cahili yönetimi yeniden hortlatan ve her biri bir aşiret/kabile tarafından yöneltilen Körfez ülkelerinin ve bunların desteklediği siyasal yapıların yapamayacağı da açıktır.
Bu bağlamda nesep (soy/ırk) ve sebep (din) birlikteliğine dikkat ederek, iç ve dış şartlar (iklim, üretim biçimleri, yeme ve içme tarzları, geçim biçimleri, şehirlerin coğrafi konumu, ticaret, zanaat ve tarım yollarını) incelemekten geçer. Din, bu bağlamda dış şartlardan birisidir ve yönetimin aslında meşruiyet araçlarından en önemlisidir.  
Din, Bir; Şeriatler Muhtelif: İbn Haldun’un nesep ve sebep birlikteliği ile kominal ruh, birliktelik sağlanır tezine tam bu noktada Maturidi öğretisi eklenebilir. Çünkü ona göre, Din’in birdir ve (bize aktarıldığı, öğretildiği üzere semiyat değil) akliyat alanına dahildir.  Yani .şeriat farklı zaman ve mekanlarda farklı dil ve ırklara gönderilen aynı dinin farklı peygamberler tarafından uygulamaya geçirilen yol, yöntemlerden ibarettir. Dolayısıyla önceki peygamberlere asla adaletsizlik yapılamaz; ama Hz. Muhammed (as) Ümmeti olarak ona ve uygulamalarına olan bağlılığımızı ifade etmemiz, ona olan muhabbetimizin daha fazla olması eşitsizlik değildir. 
Velhasıl Maturidi gelenek gereği, farklı dil, ırk ve farklı (Musevi ve İsevi) şeraitlere adil davranmayı temel ilke edinen bir söylem ile uluslararası ilişkilerimizi kurgulamak varken, niçin selefi okumalarla ötekileştirme ve tekfir işlevsel hale getirilmektedir. Üstelik, bu ötekileştirme öncelikle Müslüman haklara uygulanmakta, kendilerini düşünmeyenleri şii ise suni, suni ise şii olarak nitelendirmekte, önce müşrik olarak görmekte ve cihadı farz olarak nitelendirmektedir. 
Bu arada kafir diye nitelendirilen diğer mensuplarından önce müşriklerle savaş gelir mantığını, Osmanlı’ya karşı isyan bayrağını açan Vahhabi zihniyeti hatırlamakta fayda var. Onlara göre, en büyük desteklerini aldıkları İngiltere evet kafir bir devlettir ama öncelik müşriklerle yani Osmanlı ile savaşmaktır. O gün bugündür, hala sıra küresel Batılı sömürge güçlerine karşı bir mücadelelerini görmemekteyiz.
Eğer 11 Eylül 2001 saldırıları neydi diye soracak olursanız, o olayları kimler ve ne için yaptı ve son tahlilde kimin değirmenine su taşındı, sorusunu lütfen kendinize sorunuz. Özellikle son günlerde Suriye’de olanları görünce İslamfobia için gerekli olanları hepsinin kendilerini İslamcı olduğunu söyleyenlerce yapıldığını görmek mümkün. Bu istikrarsızlık halinin de, bölgede hükümranlığını sürdürmek isteyen küresel güçlerin menfaatleri dışında herhangi bir Müslüman halka fayda getirmediği de açıktır. 
Ülke içinde istikrarsızlık ve kamplaşmaya dair de üzerinde durulması gereken husus şudur: Mevcut sistem ve hükümetin aksamalarına itirazın ötesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsal kimliğine temelden radikal eleştirilere sahip olan ve kendisini İslamcı olarak niteleyen muhalif söylemlerin son olaylarla birlikte nasıl dönüştürüldüğü, kendilerini hükümet hatta devlet ile özdeşleştirdiği bir süreç yaşıyoruz.  İslamcı olduklarını söyleyen bu yapılar, Cemaat üzerinden, kendilerini hükümet ve Devlet ile öyle özdeşleştirdiler ki, önceki eleştirilerini bile hatırlamıyorlar. Toplumsal kamplaşmaya o kadar katkıda bulunuyorlar ki, mevcut hükümete ve Başbakan’a karşı aday çıkarmayı düşünenleri bile her türlü habis hayvan şeklinde tasavvur edip, gazetelerinin ön sayfasında neşredebiliyorlar.  
Din ve Dindarlık kavramlarının nasıl içeriğinin boşaldığı, nasıl yeniden tashih edileceğini bile düşünmeden, kendileri gibi hareket etmeyen herkese özellikle Müslüman gruplara karşı çok sert bir üslup kullanmaktan çekinmiyorlar.  Örneğin İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi olarak Kur’an ile alay ettiği açık olan bir yetkilinin sözlerinin yanlışlığını vurgulamak bile haşhaşi, cemaatçi yapıdan mısın yoksa diye sorulara muhatap olmanıza neden olabiliyor! Üstelik, bu şahsın yazdığı ilk tweet kopyalanmış duruyor, muhatabı da kabul edip özür dilemesine rağmen, İslamcı olduğunu söyleyen şahıslar tarafından  Kur’an’dan deliller getirilerek  fasık konumuna düşürülebiliyorsunuz. Kısacası, İslamcı grupların nasıl dönüştürüldüğü hususu, ibn Haldun’u bir kez daha haklı çıkarıyor: Din dediğiniz öğreti,  siyasal meşruiyete zemin hazırlar, maalesef!
Sonuç: Ülke dışında özellikle yakın çevremize kadar gelen çatışmalar İslamcılık adına insanları öldürmekte, bütün İslam alemi sürekli bir istikrarsızlık durumu yaşamaktadır.  Bunların dışında olması gereken hukuki ve siyasal açıdan laik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti de, bu sarmalın içine düşmüş gözükmektedir. Maalesef ülke için ve Türklerin yoğun yaşadığı Avrupa ülkelerinde toplumsal kamplaşma gittikçe artmaktadır. 
Bu noktada ortaya çıkan risk şudur: Laik bir devlette yaşadığımızı söylüyoruz, terminoloji dini kavramlardan oluşuyor, ama duruş tamamen siyasal: Bunda, Hükümetin de Devleti oluşturan aygıtlarından biri olmanın ötesine geçip kendisini Devletle özdeş kılmasının da nedeni vardır. Devlet; "Ülke adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde bir siyasi iktidar altında örgütlenmesidir." 
Bu örgütlenmeyi de yasama, yürütme ve yargı erklerini müstakilliğini sağlayarak temin eder. ‘güçler/erkler ayrılığı ilkesi’ ile ideal ve dengeli sonuçlar alınacağı düşünülür. Burada önemli olan, devleti oluşturan erklerin güvenilirliğini sarsacak uygulamalardan kaçınmak, bunları birbirleriyle çarpıştırarak değil, her birini kendi alanıyla ilgili çalışmalar yapmasının ortamını temin etmek gerekir. Ama son zamanlarda twitter, facebook vb kararlara yönelik iptaller de ortaya çıktığı üzere, Hükümetin herhangi bir uygulamasına yönelik eleştiri ya da iptal kararını, kendisine ve milletin iradesine yönelik olarak değerlendirebiliyor. 
Bu nedenle de erklerin tek bir elde toplanmasının ortaya çıkardığı riskler iyice belirginleşiyor ve kamplaşma giderek artıyor.  O halde, en azından ülke içindeki gerilimi düşürmek için artık “bir biz; bir de ötekiler” var, anlayışından vazgeçip, bütün Türkiye halkının önceliklerini adaletli ve eşit bir şekilde gözeten,  özellikle de dini terminolojiyi kullanmaktan kaçınan bir siyasal söyleme ihtiyaç var. İç Asya ve Ortadoğu alan izlenimlerim bu dinsel terminoloji dışında duran, temel insan haklarını önceleyen laik, sosyal ve hukuk devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti tasavvurunun gittikçe zayıflamaya başladığı yönündedir. 
Ülke dışıyla ilgili olarak bu hususu açıklayacak olursak, tüm erkler/güçlerin tek bir elde toplanmasını peygamberi bir yapı olarak dinsel meşruiyet sağlanması, bütün İslamcı olduğunu iddia eden grupların ortak paydasıdır.  İşhid denilen örgütün peygamberimizin mührünü ve Kelime-i Tevhid’i sancak yapması bunun en son ve güncel örneğidir. O sancağın gölgesinde yapılan zülümler, kesilen Müslüman kelleler ile çekilen resimler, top oynamalar nasıl bir imaj oluşturuyor acaba? Dine hizmeti mi, nefreti mi, korkuyu mu besliyor? Zaten fikirlerle hadiselerin coğrafya ile irtibatını analiz etmeye çalışan bu jeo-felsefe okumasının amacı da neo-selefi söylemin tutarsızlığını göstermektir.