Mısır ve Türkiye, oyundan çıkarılıyor; selefi söylem daha yaygınlaşacak!
İç Asya ile Ön Asya arasında kurucu üç devlet geleneği var: Türkler, Farslar ve Ruslar.  Arap dünyasında ise Mısır vardı(r). Türkler gibi bölgede güçlü bir devlet geleneği olan Farslar da sonradan Müslüman olmuşlardır. 
Soru(n):  Türkler ve Farslar Müslüman olduklarında, Emevi-Abbasi örneğinde olduğu gibi ya Diyanetin siyaset emrine amade kılındığı Arap kabileciğinin devam ettirildiği  sistemi mi kabul edeceklerdi ya da kendilerine özgü bir siyasal yapı mı kuracaklardı? 
1. Her ikisi de ikinciyi tercih etti. İslam medeniyetinin emekleme devresinde Müslüman olan Türk Milleti bu medeniyetin şahlanmasına ve dünya hakimiyetine  erişmesine  vesile olmuştur. Gerek Asya içinden gelen saldırılara; gerekse Batı’dan gelen Haçlı seferlerine karşı direnmişlerdir. Kendi kimliklerini ve kişiliklerini İslam ile özdeşleştirerek Müslüman ve Türk kavramını özdeş kıldılar. Bu nedenle olsa gerek ki, Türkiye ismini bu coğrafyaya/Anadolu’ya çok önceleri Batılılarca verilmiştir.  
2. Farslar ise sistematik olarak Şiilik bünyesinde her daim muhalif duruşlarını korumuşlardır. İlginç olan nokta, tarihte Farisilerin Müslüman olmayan toplumlara karşı mücadeleleri veya savaşlarının yok denecek kadar az olmasıdır. 
3. Arap dünyasında sürekli bir devlet geleneğine sahip olan Mısır vardır. Mısır da aslında Arap değildir, yani kendi kişilik ve kimliklerini korumayıp Araplaşan/mustagrabedirler. Fakat İslami tasavvurları önemli oranda Sünni paradigma ile şekillenmiştir.Çağdaş Mısır’da İhvanu’l-Müslimin de bunun en önemli tezahürüdür. Ayrıca Reşit Rıza ve  Muhammed Abduh’un rasyonalist ve eleştirel İslam tasavvurunu da devam ettiren bir yapıya sahiptir. Bu iki önemli husus, selefiliğin düşmanı olarak görülmelerine yeter de artar bile!
Zihniyet Farkı: Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Hilafet kurumunu üstlendiği andan itibaren kendini Araplar gibi “Hakimu’l-Harameyn” değil, “Hadimu’l-Haremeyn” olarak görmüştür. Osmanlılık zihniyetinin tükenmeye başladığı zamana kadar Hilafet kurumunu siyasal bir araç olarak kullanma ihtiyacı duymamıştır.  Abdulhamit, hilafet merkezli bir İslamcılık politikası gütmüş, bir süre etkili olmuştur da. Daha sonra İslamcılık denenmiş, o da bir süre etki etmiş, bu yönetim tarzı da aksayınca, Türkçü söylemler ağır basmaya başlamıştır. Üç Tarz-ı Siyaset ile çözülme dönemi toparlanmaya çalışılmış, ama İbn Haldun’un ifadesiyle söyleyecek olursak, artık yapacak bir sey kalmamıştır ve yeni bir çocuk/devlet yetiştirilmesi şarttır. 
I. Yeni Devlet ve Dini Tasavvur:
Türklerin siyasal aklının kurduğu 16. Devlet olarak Cumhurbaşkanlığı forsunda simgesi bulunan Türkiye Cumhuriyeti baskın olarak bu (Türkçü) söylem tarafından kurulmuştur. Yani tercih, ilk iki tercihin etkisinin yitirmesinin doğal sonucudur aslında. Bununla birlikte hilafet aslında tamamen kaldırılmamış, meşveret kurumu olarak TBMM devredilmiştir.  Ana yapı sünnidir, çoğunluğu Hanefi-Maturidi olup, Şafii-Eşari söylemlerin yanı sıra Osmanlı’da mevcut olan dini tasavvurların Anadolu’da olanların tamamı mevcut bünyededir. 
Bunun teolojik temelini anlamak için Maturidi’nin din ve şeriat ayrımına bakmamız gerekiyor. Çünkü aslında Osmanlı farklı dini tasavvurlara yani şeriatları ayın dinin farklı yorumları, yol ve yöntemleri olarak görüp, hepsinin inançlarının yaşamalarını temin etmeyi vazifesi olarak görmüştür. Çünkü ed-Din, birdir; Hz. Adem’den Hz. Muhammed (sav) kadar hep aynı ilkeler gönderilmiştir. Din, çelişiğini düşünemediğimiz akıl doğrularıdır. Bu anlamda din, akliyattır. Peki bu kadar farklı yol ve yöntemlerin (şeraitlerin) açıklaması nasıl olacak denilirse, bu noktada şu ayrımla temellendirme yapabiliriz.
1. Akıl doğrusu ve Olgusal Doğru Ayrımı
Yukarıda ed-Din, akliyat, şeriat/ler ise semiyat ve nakliyattır, demiştik. Peygamberlerin uygulamaları, ilkeleri hayata geçirişleri önemlidir, onlar rol modeldirler bu anlamda. Peygamberler arasında ayrım gözetilmemesi, adaletsizlik yapılmaması hepsine aynı dinin gönderilmiş olmasından dolayıdır. Hepsine adaletli davranmamız şarttır, ama eşit mesafede durmak mümkün değildir, çünkü biz Hz. Muhammed’in uygulamalarını merkeze alıp, onu rol model olarak görüyoruz. Yani biz hem müslim (özel anlamda İslam; son şeriata mensup) hem de önceki şeriatlerin hepsini içeren genel anlamda İslam’ın temsilcileri olarak adaletli uygulamalar yapmakla mükellefiz. Çünkü burada son şeriat/yol ve yönteme sahip olmamız hasebiyle içlem kapsam münasebetini de düşünmemiz gerekiyor. Bu nedenle ed-Din’in farklı zaman ve mekanlarda hayata geçiriliş şekilleri olan şeraitlere karşı adaletli davranmak şarttır. Hatta eğer önceki şeriatlerden nesh edilmemiş hükümler varsa onların da “Şer’u men kablena” bağlamında değerlendirileceğini de söyleyecek olursak, din ve şeriat arasındaki ayrımın önemi bir kez daha ortaya çıkar. 
Dini çoğulculuğu şeriatlerin farklılığı/semiat/nakliyat olarak görmesinin felsefisi ifadesini “olgusal doğruluk” şeklinde ifade edebiliriz. Yani birinin diğerinin çelişiği olması, kendi doğruluk tasavvurunun evrenselliğini iddia etmeleri, diğer doğruluk tasavvurlarını yok saymalarını gerektirmez, bu da çok değerli doğruluk tasavvurunun gereğidir. Ayrıca imanı bir kalbi tasdik olarak görmek, çelişiğini düşünmesi imkansız olarak “akıl doğru”sunun (tevhid) kalbi fiile dönüştürülmesi ve onaylanmasının gereğidir. Artık mümin, akılını basit bir kavrama melekesi olmaktan çıkarıp, akleden bir kalbe sahip olandır. Bu aklın kavrayamadığına, yanı akıl üstü olan alana nüfuz etmek demektir. (bu noktada akıl üstü/irrasyonel alanın metafizik ve numen; akıl dışı/absürt arasındaki teknik ve kavramsal ayırıma dikkat etmek gerekiyor.)
Günümüzde bu ayrım unutulduğu gibi aynı şeriat (Hıristiyanlık) içinde her biri kendini evrensel ve sahih inanç olarak gören; bir diğerini olumsuzlayan (Katolik, Ortodoks vb) yapılanlar ortaya çıktı. Bunlar din savaşları adı altında on yıllarca birbirini katletmişlerdir. Laiklik Batı’da bu çatışmanın bir daha olmaması için geliştirilen bir söylemdir. Batı bir daha din merkezli bir çatışma yaşamamak için Laiklik sistemini getirmiştir.
2. İslam içi çatışmalar
Maalesef, son yıllarda İslam aleminde benzer bir durum ortaya çıkmaktadır. Müslümanlar ise (sözde) din adına birbirini boğazlamayı hızlandırmaktadır.  Her biri mezhep/tarikat yani takip edilen yol ve yöntemler, kendisinin biricikliğini, sahihliğini söylemekte, diğer yol ve yöntemlerin aynı Hakikate dair farklı bakış olduğunu unutmaktadır. Görüş farklılığı aykırılığa dönüştürülmekte, Sünni/selefi- Şii (mezhep içi) çatışmalar beslenmektedir.
Bu çatışmalarin meşruiyeti ise müşrik ve kafir kavramları ile sağlanmaktadır. 
Önce HANEFİ MATURİDİ geleneğini tasavvuf ile bütünleştirerek yüreklere taşıyan Ahmet Yesevi ve Nakşi geleneğin yorumunun şirk nitelendirerek devre dışı bırakılıyor. Kendilerini İslamcı olarak niteleyen ve Devlet’e karşı radikal söylemlere sahip olmakla özgüllüğünü belirten gruplar, Hükümet bağlamında sistem ve Devlet ile öyle özdeş olduklar ki, laik bir söylemde meşruiyetlerini dinsel kavramlarla temellendirdiklerini de unutup, kendileri gibi düşünmeyenleri kafir diye nitelemekte hiç zorlanmıyorlar. 
İşte bu nedenle diyoruz ki, İmam Maturidi’nin iman anlayışı, tekfirci zihniyetin tek panzeridir.Bu noktada din, akliyattır, seriat semiyattır sözünü tekrar hatırlayalım. Yani inanılacak hususlar bütün peygamberlerde aynıdır (Tevhid), değişmez, çelişiğini düşünmek mümkün değildir, yani akıl doğrusudur.  Bu nedenle inanılan hususlar aynıdır, kalben tasdik edildiği zaman mümin olunur, artmaz ve eksilmez.  Akıl, bu zorunlu olanları (vücup) bilir, çelişiğinin olmayacağını tasdik eder. 
İman artmaz ve eksilmeyince de ameller imandan bir parça olmaz, yapılan hatalar, kusurlar eksiklikler kişiyi büyük günaha sokar ama imandan çıkarmaz. Bu nedenle İslam Ahlak Felsefesinde eleştiri kötülüğe yöneliktir, kötü/kişiye değil. Her daim yaptığı kötülükten vazgeçip, af dileyebilir.  Ama kötülük ile kötüyü işleyeni özdeşleştirseniz o zaman amelleri imandan bir parça kabul edersiniz şirk ve tekfir kavramları devreye girmektedir. Böylece Müslümanların bir arada yaşama imkanları yok edilmektedir. 
Halbuki İslam coğrafyasının önemli bir kesimi için söylersek dini/mezhebi, ırkı ne olursa olsun “Osmanlı” kimliği altında yüzyıllarca yaşama deneyimi vardır. Anadolu için söylersek,  muhtemelen halkı daha kolay yönetilmek için tasavvufun Sünni (Hanefi-Maturidi) öğreti ile meşruiyet sağlamasını da unutmak üzereyiz. Bu noktada şirk ve müşrik kavramlarının işlevselliği açısından bu hususu biraz açmak gerekiyor:
3. Maturidi Öğretinin Sufi Yorumu
Tarihte Hanefi-Maturidi öğretiyi Selçuklular ve Gazneliler destekledi. Bunun sufi yorumunu ise Ebu Bekir el-Kelabazi el Buhari (ö.380) Et-taarruf bi mezhebi ehl-i tasavvuf adlı eseri ile yaptı. Bu Maturidi bir yorum üzerine kurulmuştur. Böylece Selçuklu Sultanı Tuğrul bey Hanefi-Maturidi geleneği halk bazında biraz daha  güçlendirdi. Bununla birlikte Şafii Eş’ari olan Başbakanı Nizamu’-Mülk’ün medresede kendi itikadi öğretisini hakim kılması, Cuveyni Gazzali çizgisinin batini/haşhaşi okumalara karşı teolojik temeli güçlendirmesine ses çıkarmadı. Bu husus üzerinde durmuş ve Gazzali’nin tasavvufu genel anlamda İslam dünyasında sünnileştirdiğini de söylemiştik. 
Bizim açımızdan Asya coğrafyasında üretilen Maturidi öğreti üzerinden aşırı yorumlardan uzak bir tasavvufi yapıya dönüşmesi Anayurt ile Atayurt irtibatı ve Anadolu’nun İslamlaşması açısından önemlidir. Ahmet Yesevi geleneğinde yetişmiş Alp ve Eren kişiler, İpek yolu hattında gönülleri fethetmiştir.  
Bu noktada İmam-ı Rabbani Ahmet Faruk Sirhindi’nin önemi büyütür. Çünkü O,dinin hem ontolojik bir durum, hem metafizik bir teori, hem de eleştirel bir tutum olduğunu gören kişidir. Ekber Şah’ın eklektik din tasavvurunun tahribatını engellemesi bu hususları bir arada görmesinden dolayıdır. Ama aynı zamanda İslam’da devlete karşı bir direniş ruhu olduğunu görüp Nakşibendi öğretiyi yeniden organize etmesi önemlidir. Bu organize etki Mevlana Halid Bağdadi (v.1826) ile Anadolu taraflarına yansımıştır. 19.yüzyılda iyice artan bu etki üzerinde ayrıntılı çalışılmalıdır.  Çünkü önemsediğimiz iki şahıs bu damardan beslenmektedir. 
Felsefeyi Anadolu’da yeniden yurtlandırmak bağlamında önemsediğimiz Nureddin Topçu,  Batı pozitivist söylemine karşı ciddi eleştiri olan Bergson üzerine çalışmış, bir İsyan Ahlakı geliştirmiştir. Ama bu öğretisini Abdülaziz Bekkine vasıtasıyla yerli/milli/dini bir aksiyon felsefesi haline dönüştürmüştür. Ayrıca bu sufi yapının Mehmet Zahid Kotku vasıtasıyla akademik ve bürokratik çerçevede  etkisini araştırmadan mevcut dini, muhafazakâr ve siyasal yapılanmanın anlaşılması zordur. Nakşi gelenekten oldukça etkilenen Said Nursi’nin 20. Yüzyılın başlarından itibaren ekonomik, politik ve kültürel sorunlara duyulan ilgiyi geliştirmesi üzerinde de durulmalıdır. Ayrıca merhum Kotku’nun bu ilgiden etkilendiğini de ve Said Nursi’den oldukça istifade ettiğini düşünürsek, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti geçiş sürecinin Sünni/Nakşi tasavvufi boyutunun analizinin önemi iyice ortaya çıkar. 
Bu nedenle her daim Çağdaş İslam Düşüncesi dersini Osmanlı ve Anadolu merkezli anlatmaya çalışırken Bediuzzaman Said Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan ve Abdulhakim Arvasi Efendilerin ve yetiştirdiği talebelerin dini/itikadi tavırlarına, sufi tasavvurlarına dikkat çekerim. Çünkü her üçü de, “tabiri caizse, modernleşme adı altında dayatılan kimliksiz ve kişiliksiz batılılaşma çabalarına karşı (sistem içinde kalarak bazen aktif bazen de pasif) muhalefeti temsil etmektedirler. (Mardin, Şerif, “Operasyonel Kodlarla Süreklilik, Kırılma ve Yeniden İnşa: Dün ve Bugün Türk İslami İstisnacılığı”, Doğu-Batı Dergisi, yıl.8, sayı.31, 2005, s.31 vd; http://www.risalehaber.com/news_detail.php?id=80419)   Selefi söylemin niçin öncelikle Anadolu’da sahih sufi yapıyı hedeflediğini bir de bu bağlamda düşünmek gerekir.  Bu noktada nasıl irade hürriyeti ile sufi yapı özdeşleşir denilirse, Maturidi’nin söylemini kısaca hatırlamakta fayda vardır.
4. Maturidi’nin irade hürriyeti ve insan sorumluluğu anlayışı
Maturidi’ye göre, insanın eylemlerinin hakikati hem Allah’a hem de kendisine izafe edilir. Eylemi yaratma Allah’a; onu kesb ise insana nispet edilir, burada bir ortaklık da yoktur. Çünkü insanın eylemini yokluktan varlığa çıkarmasını bütün boyutlularıyla zihninde yapması mümkün değil, bunlar eylemin iç şartlarını gösterir. 
Bir de eylemin ortaya konulabilmesi için dış şartların uygun olması gerekir. Harekete geçmek için fizyolojik ve psikolojik şartları da değerlendiren İmam Maturidi, irade ilim ve istitaatı bir arada düşünür, bir takım sınırlamalar olabileceğini; dolayısıyla insanın özgürlük statüsünün her daim oluşturacağını söyler. Yani zihin içi ve zihin dışı ayrımı yapar. İnsan bireysel olarak itikadi hususları akliyat bağlamında temellendirmeli, bunların zihin dışına nasıl aktaracağını semiyat bağlamında peygamberimizin uygulamalarını dikkate alarak onu rol model olarak görüp düşünmelidir. İnsan özgürlüğüne ve sorumluluğuna en çok önem veren bakış açısı budur. Çünkü ne Cebriye’nin yaptığı gibi eylemlerini hakiki anlamda Allah’a, mecazi olarak da insana nispet eder; ne de Mutezile gibi hakiki anlamda insana, mecazi olarak Allah’a izafe eder. Üstelik gibi Eşarilik bu ikilemden çıkmak için (burada anlatılması zor bir) kesp teorisine de düşmeden özgürlük ve sorumluluk ilişkisini kurmuştur. 
5. Selefi-Şii Kutuplaşması Dışında Kalan İyi Devlet
Günümüz İslam dünyasında Selefi-Şii kutuplaşması dışında kalan Mısır ve Türkiyeydi. “di”li geçmiş cümle kurmamın nedeni, Arap dünyasında oldukça önemli bir kurucu unsur olan Mısır’da Sünni İhvanu’l-Muslimin terör örgütü olarak görüldü. Yüzlerce idam on beş dakika içinde onandı. Körfez ülkelerinin selefi yönetimlerince bu idamlar ve Darbeci Sisi’nin yeni yönetimi onaylandı.  Mısır’ da selefi yapının idamları veren ve İhvanu’l—Müslimin’i terörist örgüt kapsamına sokan diktatör yapıya destek vermesi, sonra da kendini İslam dünyasında Sünni söylemin temsilcisi olarak sunması tam bir çelişkidir.
İşte bu nedenle diyorum, İslam dünyasında Şii ve selefi kutuplaşması ve çatışması vardır ve bu da İslam aleminde sürekli istikrarsızlık hali oluşturmaktadır. Bu durumun bölge halklarının menfaatine olmadığı da yapılan katliamlar ve diğer insan hakları ihlalleriyle ortadadır. 
Mısır’da yapılan yargılamaların usulsüz, haksız olduğuna dair yapılan uluslararası itiraz da reddedildi. Üstelik ABD dışişleri bakanı, askıya alınan askeri helikopterlerin bır kısmını Mısır’a teslim edeceklerini ve ABD vatandaşlarının vergilerinin nereye gittiğini bilmelerinden dolayı mutlu olacaklarını açıkladı! Bu da Mısır’da yapılanların küresel siyasetin bir parçası olduğunu göstermektedir. 
Türkiye için durum ne olacak, bunu zaman gösterecek? Türkiye’de Fethullah Gülen cemaati “terör örgütü” listesine konulmak isteniyor. Bunun siyasal ve ekonomik analizi üzerinde ayrıntılı durulabilir; ama benim bu yazı dizisi bağlamında üzerinde durduğum husus, Şiilik ve Selefilik karşıtı önemli bir Sünni cemaatın ilk defa terör örgütü olarak telakki edilmesidir. Burada teolojik kaygım, neo-selefilik öğretinin Mısır’daki en önemli direniş birimini devre dışı bırakılmasının ardından benzer uygulamanın da Türkiye’de yapılma olasılığıdır. 
Şimdiye kadar dini cemaatler Türkiye’de, her daim sistem/hükümet mesafeyi iyi ayarlamaya çalışmıştır. Bundan kastım, hükümete karşı milli ve manevi değerleri öncelediği ve kendi hizmetlerine yönelik bir operasyonu olmadığı sürece destek verirdi. Yani iktidarı bir nevi soba gibi görüp, ne uzak durup donma; ne de yakın durup yanma tehlikesine düşmeden konumunu ayarlamaya çalışırdı.
Evet Tekke ve Zaviyeler Kanunu bağlamında bütün tarikatların tekke,zaviye, hangah ve cemevleri kapatıldı. Bu kapatma ile faaliyetlerini biteceği mi düşünüldü? Sanmıyorum. Çünkü resmi olarak bu birimler kapalı, ama gayr-i resmi olarak hayatın içinde ve siyasal yapılar/partiler önemli oranda bunlarla irtibat halinde, bu bir gerçek. Ya da de facto olarak yönetim her daim bu tarikatlar ve gruplar vasıtasıyla dini hayatı bir şekilde kontrol altında tutuyor, kanun ile de aba altından sopa gösteriyor, da diyebiliriz. 
Bu cemaat/gruplardan biri, bu ilkeyi ihlal edip hükümet ile özdeşleşmiş, bununla da kalmayıp siyasal ve ekonomik gücüyle diğer dini yapıları örseleyen tavır ve tutumlara girmişti. “Ne istediniz de vermedik!” sözünü bu bağlamda yeniden düşünmeli ve cemaat ile hükümet arasında nasıl bir anlaşmazlık olduğunun bir de ayrıca teolojik analizi yapılmalıdır. 
Bu noktada, Hükümetin önemli bir bakanı (ki Cemaatle irtibatı sağlayan ve sürekli oradan selamlar getiren buydu) siyaset felsefesinde “güç bozar, mutlak güç mutlak bozar ilkesi bağlamında olduğunu düşündüğüm cemaatlere yönelik, biz varız ki siz varsınız genellemesine gidebilmesinin ayrıca ve geniş bir şekilde analizi gerekiyor. Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Selçuklu, Osmanlı Türkiye Cumhuriyetinde kültürel ve dini yapının sürekliliğini farklı şekillerde olsa bile koruyan on yıllardır var olan ve siyasetin düzenlenmesinde kitlelere ulaşma ve meşruiyet için bir alet olarak düşünülen cemaatlerin varlığını on iki yıllık iktidarlarıyla ile özdeşleştirmek nasıl bir güç sanrısıdır? 
Selçuklu ve Osmanlı deneyimlerini ıskaladıklarını varsayalım, (bu noktada yetiştikleri paradigma daha çok Arap merkezli bir İslam tasavvurunu önceliyor ve Ümmetin iradesi denilince sadece bu bölgeler akla geliyor, diyelim!) Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan itibaren cemaatlerin, tarikatların yapısını da mı bilmiyorlar? Merhum Esad Çoşan hocamın kendi siyasal paradigmalarından niçin ayrıldığını unuttular mı? 
Sonuç: 
O zaman ülkemizde olan olayları çevre faktörleri ile birlikte düşünmemiz gerekiyor: Velhasıl bir tarafta selefi-şii çatışması ile enerji arz ve üretim merkezlerinin 2/3 yani İslam dünyasında sürekli istikrarsızlık hali oluşturulmaktadır. Diğer tarafta bunun tek istisnası olabilecek, Diyanet ve Riyaset ile Din ve Şeriat arasında hassas bir çizgi oluşturan Maveraünnehir-Fergana yani Atayurt merkezli özgürlükçü söylemin birikimi ülkemizde bile ters yüz edilmeye başlandı.
Bunun nedenlerini yeniden araştırmak şart oldu dememiz, farklılıkları aykırılığa dönüştürmende bir arada yaşatmanın kesrette vahdeti sağlamanın yolu Hanefi-Maturidi söylemi güncellemek, bunun günlük hayata yansımasını kolaylaştıran Yesevi geleneğinin sahih temsilcilerinin kıymetini bilmekten geçmektedir. Aksi taktirde selefi söylem, “Son Kale Olan Türkiye”yi de düşürmek üzeredir.